Şöhretin beş aşaması

Nora Ephron, ‘When Harry Met Sally…’, ‘Silkwood’ ve ‘Sleepless in Seatle’ gibi filmlerin senaristliğini üstlenmeden önce Esquire ailesinin en parlak kalemlerinden biriydi. Toplumun tuhaf alışkanlıklarına büyüteç tutan konulara imza atan editör, 1970 Şubat ayından 1989 Haziran ayına kadar Esquire çatısı altında çalıştı. Esquire’da yayımlanan son yazısı mı? Onu birazdan okuyacaksınız; şöhret ve sonrasında yaşananları eleştiren nükteli ve zekice üretilmiş bir yazı bu. Nora’ya göre belirttiği bu aşamaları o zamanlar en iyi somutlaştıran ismin 27 yıl sonra dünyanın en meşhur kişiliği olacak Donald J. Trump olduğunu belirtelim. Hazırsanız, 29 yıl öncesine, 1989’a dönüyoruz…

Giriş Tarihi: 01.05.2018 16:11 Güncelleme Tarihi: 02.05.2018 13:07

Yazı Nora EPHRON
Derleme Kaan SANCAR

Donald Trump'la ilgili ilk dikkatimi çeken şu: Bu adam ünlü olmak istiyor! Çok bariz, herkesin hakkında konuşmasını, onu fark etmesini, hakkında yazıp çizmesini istiyor. İmza için kapısında sıraya girmelerini ve onu uzaktan tanıyıp özel hayatına müdahil olmalarını istiyor. 'Özel hayatı' diye bir şey varsa, tabii… Hiç de düşündüğünü ve yaşadıklarını kendine saklayan biri gibi durmuyor çünkü. Belki de sırf bu yüzden, bu adam hakkında gizlilikten bahsetmemek daha iyi olacak. Ama kim bilir, belki de, işin sırrı budur da biz anlayamıyoruzdur. Sık sık sergilediği huysuz davranışlar dışında bu adam kimsenin yapamadığını başarabilen; şöhretin iyi ya da kötü tüm getirileriyle gerçekten barışık olabilen ve bunlarla eğlenebilen biri sonuçta. Hem de hiçbir hissiyat, zekâ ya da beğeni belirtisi göstermeden!

Baksanıza adam, yaşadığı 'Trump' dünyasında ne kadar da mutlu! Trump Hükümdarlığı'nda nasıl da neşeli neşeli, gülücükler saçarak dolaşıyor! Trumplığıyla nasıl da gurur duyuyor! Trump şöhretinden dert yanacağını asla düşündürmüyor; kendine sıradan bir insanmış gibi davranılmasını isteyeceğini de düşündürmüyor (Laf aramızda, hiçbir zaman da öyle biri değildi.). Aslında Trump'ın şanı da tam olarak burada yürüyor: Onu asla diğer ünlülerinki gibi davranışlar sergilerken göremezsiniz. Kimden bahsettiğimi biliyorsunuz; sürekli 'şöhretin bedelini ödemekten' yakınan şöhret kurbanlarından. Sürekli aslında bunu amaçlamadıklarını, başlarına gelenlerin aslında kazara geliştiğini belirten; herkes gibi kanının aktığını, diğer insanlar gibi duygulara sahip olduğunu iddia eden kişilerden.



Bence, burada birinin bu insanları durdurup yüzlerine şunları haykırması gerek: Siz herkes gibi değilsiniz! Ünlüsünüz! Bir otele gittiğinizde yatağınızın üzeri Belçika çikolatalarıyla kaplı oluyor. Filmlere gidiyorsunuz ve sıra beklemeden V.I.P girişten içeri elinizi kolunuzu sallaya sallaya adım atabiliyorsunuz. Peki, röportajlarınızda hiç bunlardan bahsediyor musunuz? Concorde özel jetlerde yaptığınız yolculukları, ünlü simalara ayrılmış özel otopark alanlarının olduğunu diğer insanlarla paylaşıyor musunuz? Hayır, tabii ki. Çünkü şöhretin olumsuz taraflarıyla yakınmakla o kadar meşgulsünüz ki... Sizce bunlar insanların gündelik hayatta yapabilecekleri aktiviteler mi? Bu konuda ne düşündüğünüzü bilemiyorum; ama bildiğim bir şey var, o da bu noktaya nasıl geldiğiniz. Sizi şöyle bir gözleyip bir çıkarımda bulduğumda şunu söyleyebilirim:

ŞÖHRETİN BEŞ AŞAMASI VAR

İnkâr, öfke, uzlaşma, kabul ve ölüm. Bu aşamalar fiilen ölümcül hastalıkların aşamaları gibi.



YILLAR ÖNCE şöhretin üst basamaklarına ulaşmak bu denli zor değildi. Yeterli bir seviyeye ulaştığınızda sahnelerin ön koltuklarında yeriniz hazır oluyordu. Şöhretin çok fazla olumsuz tarafı da yoktu. Görünüşe göre, Giorgio Armani'nin 'Fame' isimli, yayım hayatına yeni başlamış bir dergiye verdiği röportajda bahsettiği de bu tarz bir şöhretti. "Ünlü olmak," diyor Armani, "yabancı bir ülkede bir taksi çevirdiğinizde taksicinin sizi tanıyor olmasıdır." (Eğer Armani'nin hâlâ taksiye bindiğine inanıyorsanız, her şeye inanıyorsunuzdur. Giorgio, burada bahsettiğin taksicinin adını bilmesinin nedeni onun senin için özel olarak kiralanmış bir limuzinin şoförü olması! Adın da makbuzda yer alıyor, bil istedim.).

Ama bu günlerde gerek toplumun devasa dedikodu açlığı gerekse magazin sayfalarının gazetelerde kapladığı devasa alanlar nedeniyle geçmişte adını bile duymayacağımız ve aslında ilginç bir yanı bile bulunmayan isimler bir anda kendini spot ışıklarının altında bulabiliyor (yazarlar, kanal yöneticileri, vekiller, emlakçılar ve hayatında ilginç bir detay bulamayacağınız daha birçok kişi.). İki ilgi gördükten sonra karşılaştıklarıysa bu kişileri oldukça afallatıyor: Armani'nin bahsettiği o tatlı, zevk verici şöhretten eser yok! Bunun yerini alansa hazırlıksız anlarda patlayan flaş ışıkları. Bunu bir sürece dökersek, adeta bir anda mancınıkla yeryüzünden göklere fırlatılan bu isimlerin önce bir-iki dakika bundan oldukça zevk aldığını, takip eden üç-beş dakika başlarını eğip bu ilgiyi inkâr etmeye çalıştıklarını ve sonrasındaysa başını kaldırıp karşılarındakini görmeye yeltendiklerini söyleyebiliriz. Unuttukları ise bir dakika önce şöhreti ayaklarına getirecek kadar cömert olan bu gazetecilerin şimdi karşılarına geçip onları tahrip edebilecek, hatta hayatlarını mahvedebilecek haberler peşinde olduğu. Durumu kişiselleştirmeden, doğru ya da yanlış dinlemeden her şeyi sayfalara yansıtırlar. Olay bundan ibarettir; dolduracak boşluklar vardır ve ayrıca kimse kimseyi ünlü olmak için de zorlamamıştır.



Bu örnekten, ünlü kişilerin sinirli olmalarının ana sebebinin paparazziler olduğunu anlamışsınızdır. Şöhretin ikinci aşaması olan bu 'öfke' sürecinde kişiler çoğunlukla öz-benliğini kaybeder ve bu onları o kadar öfkelendirir ki ünlü olmanın kendi istekleri olduğunu ve tüm getirilerini unutuverirler. Bu aşamadaki bir ünlüye "Ünlü olmak istemediysen 'The Tonight Show'da işin neydi?' diye sorarsanız size cevap vermesi de gecikmez: "Evet, katıldım ama bu, basın danışmanımın yönlendirmesi sonucuydu."

Ha unutmadan ekleyeyim: Şöhretin ikinci aşamasındaki bu ünlü kişiler eğer bu süreci (Hatırlarsanız daha önce hastalık süreçlerine benzetmiştik.) ağır geçiriyorsa illa ki bir paparazziyi de darp eder.

ŞÖHRETİN İKİNCİ AŞAMASINDAN üçüncü aşamasına geçiş ya da diğer bir deyişle 'uzlaşma' genellikle basın danışmanlarının yardımları sonucu başarıyla tamamlanır. Basın danışmanları, müşterileri olan bu ünlü kişilere 'iyi' bir tanıtımın var olduğunu ve bunun ancak dikkatle planlanmış bir sosyal sorumluluk proje serisiyle yapılabileceğini söylemeye bayılır. Bu serileri tasarlayan basın danışmanlarının en dâhisi Ivy Lee olabilir. Sonuçta, John D. Rockefeller'i eğer dışarı çıkıp küçük çocuklara bozukluk dağıtırsa, basının petrol rantçısı olduğunu görmezden geleceğine ikna etmiştir.



Ünlü kişiler böylece iyilik yapacakları bir yolculuğa çıkar. Umdukları, basın ve toplumun gözünde artı puanlar toplamaktır: Bu, basının çöplerini karıştırmaktan vazgeçmesi demektir onların gözünde. Yıllar önce, ünlü bir kişinin bu sosyal sorumluluk projeleriyle kendini iyi bir kişiliğe büründürmesinin en yaygın yolu nadir görülen bir hastalığa vurgu yapmalarıydı (Tercihen özellikle çocukları etkileyen bir hastalığa.). Fakat bir süre sonra, bütün 'nadir hastalıklar' tüketildi ve ünlüler farklı çözümlerin peşinde koşmak durumunda kaldı. Mesela Metropoliten Müzesi'ne 10 milyon dolar bağış yapmak, evsizlere düşük maliyetli konut sağlamak, (Özellikle pek tanınmayan emlakçılar arasında popülerdir, bu.), AIDS hastalarıyla bir araya gelmek gibi.



Ama yanlış anlaşılmasın, şöhretin üçüncü aşamasındaki bir film yıldızı sosyal sorumluluk için illa servetinden feragat etmek zorunda değil. Buna alternatif olarak tiyatrolarda ücret almadan da çalışabilir. Örneğin; tercihen Vietnam Savaşı'nı konu alan sınırlı gösterim yapan bir oyunda.

BURADA, ÖZELLİKLE şöhretin abartmadan nasıl kabullenilebileceğini somut bir şekilde gösteren Jack Nicholson'a değinmeliyiz. Bunu nasıl mı başardı? Otomobiliyle kente geldi ve paparazziler fotoğrafını çekmeye başladı. Nicholson paparazzilerin fotoğraf çekmesine izin verdi. Güneş gözlük

lerini çıkarmadı ve gülümsemesini korudu. Bu şekilde, böyle farklı koşullarda çekilen fotoğraflarla günler geçti. Arşivlere Nicholson'ın yüzlerce fotoğrafı eklendi. Sonunda paparazziler yeterli fotoğraf elde ettiklerini düşündü ve ona hayatını geri verdi.

HAROLD BRODKEY, "Tanınmış olmayı ölmüş olmakla eşdeğer görüyorum." demişti bir keresinde. Harold Brodkey'in kim olduğunu bilirsiniz; mektup adamı dünyanın en ünlü yayımlanmamış romanın sahibi ünlü bir yazar. Bu Harold Brodkey, geçenlerde People dergisine eşiyle birlikte kapak olan Harold Brodkey ile aynı kişi olamaz, değil mi? Bu Harold Brodkey People dergisine verdiği demeçte eşiyle aynı mezara çift kişilik kefende gömülme kararı alacak kadar birbirlerine bağlı olduklarını da belirtmiş olamaz, değil mi? Harold selam. Ne yapıyorsun? İhtiyattan kastın bu muydu? Hayatını çok fazla göz önünde yaşamamak bu mu, sence? Ayrıca, çift kişilik kefen de nedir, o nasıl bir konsept? Eğer daha sonra ölen sensen mezardan çıkarılman mı gerekecek? Ne bileyim, Liz Smith'in Brodkey'in köşesini okumaya devam edersem tüm bu soruların cevabını ileride öğrenmeyi çok isterim, aslında. Bu noktada, Harold Brodkey'i 'Şöhretin Beş Aşamasına'ya hâlâ hayattayken dâhil olabilen tek insan olduğu için tekrar selamlamak istiyorum.

"Hey, hayat hayattır." diyor Donald Trump. "Ünlü kişiler, orada mısınız? Kısa süreliğine buradayız." Şunu belirtmeliyim: Bu adam adeta bir filozof. "Gözlerden uzaklaştığımızda bu çoğu kişinin umurunda bile olmayacak; daha da ötesi, bazı açılardan da bu durumdan memnun kalacaklar." Ünlü olmak bu tür şeyler söyleyip Times Dergisi'nde demecinin yayımlanması anlamına geliyor, sanırım. Diyecek daha ne kaldı ki? Ünlülere sesleniyorum:



Sıkı durun ünlü kişilikler! Objektiflere gülümseyin. Kişisel hayatınız artık sadece sizin değil. Ha, bu arada gerçekten kim olduğunuzu sanıyorsunuz? İstediğinizi almadınız mı daha? Yok yok, öyle uzakta durmayın biraz yakına gelin. 'Şöhret başa bela!' Bu nedenle şimdi kadehinizi elinize alın ve katıldığınız kokteyllerde eğlenmenize bakın. Belki son gülen siz olursunuz! Kısmet…

BİZE ULAŞIN