Sosyallik Bu(Mu)Dur(?)

Konuyu çekmek istediğim yere getirmeden önce kültür kavramını da hatırlatmak istiyorum. Kültür, bir milletin yaşama biçimidir; akla gelebilecek bütün maddi ve manevi unsurların oluşturduğu bir yaşama biçimi. Din, dil, mimari, tarih, bayrak, damak tadı, sevinçler, mutsuzluklar… Saydıkça genişleyen bu unsurların hepsi milli kültürü meydana getiriyor. Buradan yola çıkarak, tüm dünya toplumları için sosyolojik geçerliliği olan şu durumdan söz edebiliriz; bir toplumun paylaştığı unsurlar ne kadar çoksa, o millet o kadar sağlıklı ve güçlü olur. Öyle ya, ortak özellikler arttıkça dayanışma, paylaşma duygusu o kadar fazla, birlik duygusu o kadar kuvvetli oluyor.

Kültüre değinmişken, kültür endüstrisinden de bahsetmeden geçmeyelim. Bireyselliği tehdit eden, bireyi edilgen bir kültür tüketicisi durumuna getiren, sanat ve eğlence gibi yaşam pratiklerini tüketim eylemine dönüştüren bir kavramdır kültür endüstrisi. İlk küresel kültür biçimlerinden olan moda ise, hem homojen kültür eğilimini hem de toplumsal farklılaşma güdüsünü aynı anda somutlaştırır. Moda olan giysiler, geçmiş yıllarda farklılık yaratan, kişiye özel ve seçkin olarak düşünülürken; günümüzde seri üretim, taklit tasarımlar ve teknoloji sayesinde duyduğumuz erişim kolaylığı neticesinde her şey ulaşılabilir hale geldi. Bu durum, ihtiyaçlarımızın manipüle edilerek birer arzu nesnesi haline getirildiği tüketim toplumunda modanın, kültür endüstrisinin karşı konulamaz gerçeği haline geldiğinin bir göstergesi. Bu konuyu, ileriki paragrafl arda tekrar açmak üzere noktalayabiliriz.

Duruma biraz da psikolojik açıdan yaklaşacak olursak; 'güdü'lerimize de değinmek isterim. Güdüler, davranışlarımızı başlatan ve bu davranışlara yön vererek sürekliliğini belirleyen içsel bir güçtür aslında. Davranışlarımızın hangi hedefl ere yöneleceğini güdülerimizin türü belirler, aynı davranışların sürekliliğini ve yoğunluğunu ise, güdülerimizin kuvvet derecesi belirler. Çok susayan bir kişinin susuzluk güdüsü, fazla susamayan birininkine göre daha kuvvetlidir. Tıpkı öğrenme yoluyla sonradan kazanılan sosyal güdülerin, sık sosyalleşen insanlarda daha yoğun olması gibi… Sosyal güdülerimiz ise iki önemli temele ayrılır; bağlanma güdüsü ve başarı güdüsü. Sosyalliği bir kavram olarak incelemeye gerek duymadığımızda keyfi bir durum olarak görünse de; diğer insanlarla bir arada bulunmak, bizler için önemli bir doyum kaynağı ve ihtiyaçtır aslında. Bu ihtiyaç bizi, birilerine veya bir gruba bağlanmak için güdüler. Bir de bu güdülerimizin evrensel hiyerarşisi söz konusu… Abraham Maslow'a göre öncelik sırası en alttan başlayarak; beslenme, su gibi fi zyolojik ihtiyaçların yol açtığı güdüler ve güvenlik ihtiyacından doğanlar ilk iki basamakta yer alır. Bağlanma, sevme ve sevilme gibi ihtiyaçların yarattığı güdülerimiz ise, dördüncü basamakta bulunan kendine güven, başarı, itibar, statü gibi durumlarla ilgili olanların önünde yer alıyor. Son basamakta ise, kendini gerçekleştirme olarak adlandırılan, kişinin mevcut potansiyelini sonuna kadar kullanabilme ihtiyacının yarattığı güdüler bulunuyor. Yani, aidiyet duygumuz, sosyalleşme isteğimiz, tek başımıza olmamız gereken duygularımızdan önce geliyor. Bireysellik, psikolojik terimler arasında da geri planda kalıyor. Tabii bu durum böyle kabul edilse de, tıpkı toplumların fazla sosyalleşmeye verdiği olumsuz tepkiler gibi buna da karşı çıkan görüşler var. Neher, özellikle az gelişmiş toplumlarda, temel ihtiyaçlardaki zorlukların daha üst düzeydeki gereksinimleri elde etmeyi kolaylaştırdığını savunuyor. Örnek olarak da geçim derdi olan toplumlarda birbirine yakınlaşan insanları gösteriyor. Birbirini eleştiren her iki görüşü de teyit edebilecek nitelikte özelliklere sahip insanlar var aslında çevremizde.

BİZE ULAŞIN