Karanlık yönleriyle Robert Pattinson

"Bugün artık hipster olmayan kaldı mı? Bence artık normal kültür bu," diyor. "Neyse, bunu eBay'de buldum, biliyor musun… Okul döneminden kalmış olsa ne havalı olurdu, keşke 'Yüzyıllardır bendeydi bu. Şimdi de aynen 12 yaşımda giyindiğim gibi giyiniyorum.' diyebilseydim."

Mutlu görünüyor, enerjik, geveze. Elleri sürekli hareket ediyor, ceketi hışırdayıp duruyor, bir kürdanı çiğniyor ve başını arkaya yaslayıp kahkahalar atıyor. Bahiste parayı kendisine yatırmış ve kazanmış biri gibi görünüyor, aslında durum tam da bu. Buraya da bunu söylemek için geldi: Hayatta neyi istiyorsanız onun peşinden koşun, risk alın, neticede insanların ne düşündüğü kimin umurunda ki? Bu sizin hayatınız, onların değil.

Pattinson ile Esquire için son görüştüğümde, üç yıl önce, bahis oynamıştı ama sonucu henüz bilmiyordu. Öğlen yemeği için evime gelmişti, barbekü yapmıştık, biralar vardı – ünlülerin asla yapmadığı şeyler – ve 'The Rover'dan bahsetmiştik; yani yönetmen David Michôd (Animal Kingdom) ile çektiği filmden. 'Twilight'tan uzaklaşan ve 'Good Time'a, yani istediği hayata doğru giden rotadaki ilk ciddi adımıydı. Kendisiyle bir anlaşma yapmıştı, artık sadece daha önce yaptığı işlere benzemeyen rolleri kabul edecekti, böylece hem bir aktör hem de bir insan olarak ufkunu genişletecek ve hiçbir ödün vermeden sadece sevdiği filmcilerle çalışacaktı. Böylece 'Twilight' sonrasında özgeçmişinde sadece bir dizi auteur (kendi bakış açısını ve tarzını yansıtabilen) yönetmen ve çok para kazandırmasa da her zaman ilgi uyandıran bir dizi film var. 'The Rover'dan sonra ikinci filmi David Cronenberg'in 2014 tarihli 'Maps to the Stars' oldu; sonra da arkadaşı Brady Corbet'in 'The Childhood of A Leader'i ile filmcilerin filmcisi James Gray ile 'The Lost City of Z'yi çekti. Elbette Safdie Kardeşler Josh ve Benny'nin 'Good Time'ını da unutmamak gerek.

O sıralarda, 2014'te, rap menajeri Suge Knight ile komşuydu ve Mulholland Drive'da kapalı bir sitede oturuyordu ve hâlâ 'Twilight' hayranlarından saklanıyordu. "Ah, asistanımı özlüyorum," diyor. "Şimdi Phoenix'te emlakçılık yapıyor. Artık bana dayanamıyordu. 'Bütün gün video oyunu oynuyorsun!' diyordu." Pattinson, o sıralarda zamanının çoğunu tek bir oda içinde, film izleyip kitap okuyarak geçiriyordu. Bugün de pek farklı değil.

"O eve ait en tatlı hatıram, sanırım 'Game of Thrones'un ilk üç sezonunu dört günde seyretmekti." Gülüyor. "En tatlı hatıramın bu olması ne kadar sıkıcı!"

Kaçmayı hayal ediyordu. Instagram'da kamp vanları içinde özgür ruhlu bir yaşam süren, bir hamaktan, şiir kitaplarından ve plaza ofislerinde çalışan insanları sinir etmek için selfie çekmelerini sağlayan cep telefonlarından başka malı mülkü olmayan, genç ve çekici sörfçü tiplerin yeni hippi dünyasını öven #Vanlife hareketinin paylaşımlarını takıntılı biçimde takip ediyordu.

"Neredeyse ben de yapacaktım," diyor Pattinson. "Kesinlikle bir van içinde yaşayacaktım, hem de herhangi bir van değil – görünmez bir van! Bu özel bir niş alan, karavanda yaşamak gibi değil. Görünmez vanlar normal transit vanlara benziyor, caddenin kenarına park edebiliyorsun, sıhhi tesisatçı tabelası asıyorsun dışına, seni kimse fark etmiyor."

Van hayatı anonimlik, özgürlük ve hareketlilik vadediyordu; yani özlediği ve istediği şeyleri.

"Gecenin bir yarısı olduğunuz yeri bırakıp mesela Nebraska'ya doğru yol almaya başlayabilirsiniz," diyor. "Ayrıca güneş enerjisi sayesinde elektrik şebekesine bağımlı olmaktan da kurtuluyorsunuz. Bunu çok sevmiştim.

BİZE ULAŞIN