Wim Wenders
“Hirayama, elindekiyle huzur içinde yaşayabilen ve başkalarına saygı duymayı bilen bir süper kahraman.”
Moda Editörü Nik Piras
Fotoğraf Daniel Riera
Çeviri Özge Dinç
Ezberimdeki birkaç Almanca sözcüğü Wim Wenders filmlerinden öğrendim. Mesela “Der Himmel über Berlin”, “Berlin üzerindeki Gökyüzü” demek. Ve Wenders’ın sinematografisinde en çok sevdiğim isim olan “Der Stand der Dinge”, “Gelinen Durum” anlamına geliyor (Film, Türkiye’ye “Olayların Gidişi” diye çevrildi. −ed.n.) Bu, Almanca fonetiğinde kulağa askeri bir emir gibi gelirken Türkçede mahkeme kararı gibi ses veren bir tamlama.
Bugün Wim Wenders için “gelinen durum” ise şudur: 79 yaşında, sinema ve televizyon için yaklaşık 40 uzun metrajlı film çekti, sanatı ve insanı araştırma içgüdüsü bir nebze bile azalmadı.
Wenders, kurmaca filmlerde insanı keşfetmek ona asla yetmediği için, Papa Francesco ve dansçı Pina Bausch, Buena Vista Social Club müzisyenleri, ressam-heykeltıraş Anselm Kiefer, Brezilyalı ikonik fotoğrafçı Sebastião Salgado ve Japon moda tasarımcısı Yohji Yamamoto hakkında belgeseller yaptı. Wenders iki yıl önce de Tokyo Belediyesi’nden gelen bir teklifi kabul etti: Shibuya bölgesinde çok sayıda Japon mimar tarafından tasarlanan on yedi umumi tuvalette bir şeyler çekmek. Bu yavan görev, geçen sezonun en şiirsel ve Wenders’ın en başarılı filmlerinden biri olan “Mükemmel Günler”le taçlandı.
Sinematografisinin en önemli filmlerinden biri olan, 1984 yılında gösterime giren ve Cannes’da Altın Palmiye kazanan “Paris, Texas” yakın zamanda restore edildi ve ekim ayında 4K versiyonuyla yeniden sinemalarda olacak. Film, haziran ayında Bologna’da düzenlenen Il Cinema Ritrovato Festivali’nde bizzat Wenders tarafından tanıtıldı: Bu çekim de o tarihlerde Palazzo Bentivoglio’da gerçekleştirildi.
“Paris, Texas” çekilirken Wenders kimdi?
Wim Wenders: ABD’ye delicesine âşık olan ama orada kapıların yüzüne sertçe kapandığı Avrupalı bir yönetmendi.
Özetle: 1982’de “Hammett – Indagine a Chinatown” filmini yönetmek için ABD’ye gittiğinizde Avrupa’da ünlü bir yönetmendiniz. Ancak stüdyo filme büyük ölçüde müdahale etti. Sizin için bir felaketti.
W.W: Evet, bir yönetmen ile yapımcı arasındaki ilişkilerin nasıl sona erebileceğine dair ders kitabı niteliğinde bir felaket. Ancak bu olayın bana faydası şu oldu: O andan sonra sadece mutlak özgürlük koşulları altında film yapmaya karar verdim.
Yani iki yıl sonra çektiğiniz “Paris, Texas” özgürlüğe adım attığınız filmdi.
W.W: Bir bakıma. “Hammett”ten sonra ABD’yi, o enginliği, özellikle de Batı’yı anlatma arzusu içimde kaldı. Ben de bunu arkadaşlarımla yapmaya karar verdim. Biri, ilk senaryosuyla Sam Shepard’dı. Diğeri de Almanya’daki ilk filmlerimden beri görüntü yönetmenim olan Robby Müller’di. “Paris, Texas”ta onlarla çalıştım ve bu deneyimden çok şey öğrendim.
Bugün bu filmi tekrar izlediğimizde, tüm ekibin ve oyuncuların bir zarafet içinde olduğunu hissediyoruz. Bunu başarmanın yolu nedir?
W.W: Özgürlük. Eğer kişi özgür hissetmiyorsa kendini tam olarak ifade etmesi çok zordur, başkalarının ondan beklentileriyle koşullandırılmış olur. Bunu sinema öğrencilerime de söylüyorum: Ancak özgürlüğün olduğu yerde ilham vardır.
Aynı zamanda bir öğretmen olarak film dersleri veriyorsunuz. Sizin öğretmeniniz kimdi?
W.W: Münih’te sinema okuluna devam ederken bir gün, bizlerden sadece birkaç yaş büyük olan Werner Herzog ders vermeye gelmişti. Bize verdiği mesaj sertti: “Okulu derhal terk edin, burada hiçbir şey öğrenemezsiniz!”
Bu tavsiyeye uydunuz mu?
W.W: Belki tam olarak değil ama 16 mm’lik bir kamerayla kendi başıma bir şeyler çekmeye başladım. Bir kameram olduğunu öğrenenler, projelerde kameramanlık yapmamı teklif ettiler. Ve işte her şey böyle başladı.
Bugün hepimizin cebinde bir kamera var.
W.W: Bu da her şeyi görünüşte daha basit ama gerçekte daha karmaşık hale getiriyor. Teknoloji, görüntü alma ve görüntüleri izleme becerimizi katladı. Dolayısıyla artık bakış açımız, insani, kültürel, estetik anlamda çok daha önemli bir hale geldi. Artık söyleyecek bir şeyimiz olmalı, görüntüleri göstermek yeterli değil.
Günümüzde sinema süper kahramanlarla dolup taşıyor. Ancak sizin kahramanınız, “Mükemmel Günler”de Tokyo’daki tuvaletleri temizleyen Hirayama.
W.W: Çünkü Hirayama, klasik çizgi roman güçlerine sahip olmasa da inanılmaz şeyler yapabiliyor, bunlardan en önemlisi de sahip olduklarıyla yetinmek ve huzur içinde yaşayabilmek. Bana göre insanın kendisiyle barışık olması olağanüstü bir erdemdir. Dahası, Hirayama diğer insanlara saygı duymayı biliyor, bu da bir süper kahramana yakışan asil bir özellik.
Kurmaca filmlerden sıklıkla belgesellere geçiş yapıyorsunuz.
W.W: Filmleri çekerken icatlar yapmayı seviyorum: birçok filmimin senaryosu çekimleri devam ederken tamamlandı. “Paris, Texas” ve “Der Himmel über Berlin” de bu şekilde ortaya çıktı ve bence en iyi yol bu. Öte yandan, ne yazık ki 1990’lardan beri doğaçlama hoş karşılanmıyor. Günümüzde filmler, çalışma başlamadan önce ayrıntılı olarak tamamlanmış projeler halindeler. Kesin formüller var, aksi takdirde kimse size para vermiyor. Bir istisna dışında: Belgeseller. En azından şimdilik, kimse belgeselde senaryo talep etmiyor, o alanda hâlâ canlı bir şey var, yolda yaratılabilecek, öngörülemeyen bir şey.
Üzerinde çalışmaya devam ettiğiniz bir belgeseliniz var mı?
W.W: Beş yıl önce İsviçreli mimar Peter Zumthor üzerine çok uzun soluklu bir projeye başladım. Zumthor, Pritzker ödülü kazanmış bir mimar; çok fazla proje yapmadı ama en iyi çağdaş mimarlara “En iyi kim?” diye sorsanız hepsi “Zumthor” der. Çok radikal bir sanatçı, sadece gerekli gördüğü yapıları inşa ediyor.
Yayınlanan son belgeseliniz “Anselm”, ressam-heykeltıraş Anselm Kiefer hakkında: “Mükemmel Günler”in sakinliğinden sonra sanatın ateşiyle karşımızdaydınız.
W.W: Birinden diğerine geçmek bana büyüleyici geliyor, çünkü bir dünya diğerini dışlamıyor, insan ruhu her ikisinden de besleniyor. Anselm ve ben 1945’te, savaş sonrasının ikiye bölünmüş Almanya’sında doğduk; yani ikimiz de kendini yeniden keşfetmek, yıkıcı geçmişinden sonra bir kimlik bulmak zorunda olan bir ülkede yaşadık. Benim gençken tek istediğim kaçmaktı: Yıllarca Alman olma fikrini kabullenmekte zorlandım. “Der Himmel über Berlin”e kadar çok seyahat ettim. Ama bu filmden sonra vatanımla barıştım ve orada yaşadım. Anselm ise benim kaçtığım dramla, çelişkilerle yüzleşebilmek için genç yaşından itibaren Almanya’da kalmak istedi. Film, Anselm’in bu travmayı nasıl sanatına dönüştürdüğünü ve tarihteki çatlakları nasıl ifade ettiğini anlatıyor.
Bu arada: İnsanlığın evriminde yakın zamanda yaşanan bir olay var: Pandemi. Siz salgını nasıl karşıladınız?
W.W: Bunu yalnızlığa bir övgü olarak görmeye çalıştım. “Mükemmel Günler”in eve kapandığımız bu zamanlardan sonra yaptığım ilk film olması tesadüf değil. O sıralar, toplumun iyileşeceği, Hirayama gibi daha temel, basit bir şekilde yaşamayı öğreneceğimiz ve birbirimize daha fazla sevgiyle bakacağımız, en azından daha destekleyici olacağımız yanılsaması içindeydim. Ama tam tersi oldu.
Peki bir yandan da iyimserliğinizi koruyor musunuz? Çünkü filmleriniz bize bunu söylüyor.
W.W: Evet. Ben umutsuzca iyimser biriyim. Frank Capra’nın filmlerindeki kadar iyimserim. Çünkü yaşayabilmemizin tek yolu bu.
80 yaşınıza yaklaşıyorsunuz ve 60 yılınızı sinemaya adadınız.
W.W: Belki de kendini bana adayan sinemadır. Sanat ve yaşam deneyimlerimin her biri beni dönüştürdü. Bazen gençken istediğim gibi ressam olsaydım bugün nasıl biri olurdum diye düşünüyorum.
Nasıl olurdunuz?
W.W: Çok daha kapalı, yalnız, utangaç bir adam olurdum. Sinemanın kolektif bir çalışma alanı olması ve film yapmanın dünyaya açık olmak anlamına gelmesi, beni daha dışa dönük biri yaptı.