David Cronenberg

David Cronenberg: Karanlıktan Sonrasını Konuşmak

19 Ağustos 2025

Ne kadar karanlık olsun istiyorsun?


Teselli edilemez bir dulu canlandıran Vincent Cassel, David Cronenberg’in en otobiyografik ve Ocak 2025’te sinemalarda gösterime girecek olan “The Shrouds” (Kefenler) filminde, kör bir randevuda tanıştığı kadına “Ne kadar karanlık olsun istiyorsun?” diye soruyor. Bu soru, 81 yaşındaki Kanadalı yönetmenin en son takıntılarına biçim veren ve sinemaya bir hayalet daha kazandıran filmde seyirciye meydan okumak için geri döndüğü sorudur: 2017’de bir tümörün çok sevdiği eşi Carolyn’i ondan almasından bu yana onu tüketen ve sekiz yıl boyunca sinemadan uzak tutan keder.


Aynı elektrik mavisi gözler, titizlikle taranmış gümüş saçlar, Cassel âdeta “The Shrouds”ta Cronenberg’in kopyası gibi görünüyor ve ölen eşinden (Diane Kruger, üçlü bir rolde) ayrılmamak için, geride kalanların yas tutmasını kolaylaştırmak için, merhumların mezarını sürekli kamerayla izleyen bir mezarlık takip sistemi kuran bir girişimciyi canlandırıyor.


Eylül başında Toronto Film Festivali’nde yaşam boyu başarı ödülü alan Cronenberg şöyle diyor: “Carolyn’im gittiğinde ölmeyi düşündüm. Ona yakın olmak ve arkadaşlık etmeye devam etmek istiyordum.”


Ancak tüm kasvetli koşullara rağmen, Cronenberg bizi dokunaklı bir hassasiyetle, bir ağıt-film ile şaşırtıyor ve yas için teoloji dışı bir alan talep ediyor.

Filmin sonunda, tabuların yıkıldığı ve yönetmenin bedene olan saplantısının tüm yakıcılığıyla ortaya çıktığı noktada, bir inancın desteğine ya da ölümden sonraki hayatın avuntusuna sahip olmayanlar için tek bir gerçeklik ortaya çıkıyor: Beden, aslında tüm sınırlarıyla, açık ve iffetsiz yapısıyla, şaşırtıcı ve gizemli yöntemlerle oluşumuyla, sonra bozulmasıyla, çürümesiyle, yeniden doğuşuyla ve nihayet ebedileştirilmesiyle bir pusula.

Yapımcısı Saint Laurent Production olan “The Shrouds” filmi Cronenberg ile modaevinin sanat yönetmeni Anthony Vaccarello arasındaki derin işbirliğini de içeriyor. Cronenberg: “Anthony harika bir zevke sahip olmasının yanı sıra sinemaya karşı güçlü bir sevgi besliyor. Çok olumlu ve kesintisiz bir şekilde fikirlerimizi paylaştık,” diyerek ortaklığın yapısını anlatıyor.



Sinemada “body horror” (bedensel korku) türünün mucidi olduğunuz söyleniyor. Bu sizin kabul edebileceğiniz bir tanım mı?


David Cronenberg: Bu sınıflandırmayı hiç sevmiyorum. İnsanlar türü benim icat ettiğimi düşünüyor ama ben asla böyle bir terim kullanmadım: Filmlerimi tanımladığını da düşünmüyorum. Aslında bu terim filmlerimi küçültüyor ve korkunun bir alt türüne indirgiyor.

İnsan vücudunun içini ve dışını araştırmak bir dehşet duygusu vermiyor mu size?


D.C: Ben insan vücudunu keşfediyorum ve mutasyonlarını gözlemliyorum. Yırtıcı hayvanlarla karşı karşıya olduğumuzda, parçalanmış bedenlerle karşılaştığımızda veya kan gördüğümüzde korku hissetmemiz doğaldır: Böyle bir durum tehlikede olduğumuz anlamına gelir. Ancak bizler akılla donatılmış hayvanlarız, temel güdümüz hayatta kalma boyutundan yükselebilir, başka dünyalar yaratabilir, tarif edilemez olana meydan okuyabilir, hatta “Dead Ringers” (Ölü İkizler) filminin önerdiği gibi iç organlarımız için güzellik yarışmaları bile düzenleyebiliriz.

Bir yerde kendi cesedinize karşı şefkat hissettiğini söylediniz.


D.C: Rol aldığım “Slasher” adlı bir dizi için vücudumun mükemmel bir kopyası yapılmıştı; karakterimin öldüğü ve bir dondurucuda saklandığı bir tür Kanada tarzı “Succession” dizisiydi. Pandemi sırasında, belki de beni rahatlatmak için, kızım Caitlin beni onunla

birlikte bir film yapmaya teşvik etti, NFT üzerine bir deneydi. Daha sonra kızımla yönettiğimiz kısa bir film olan “David Cronenberg’in Ölümü” fikri de bu şekilde ortaya çıktı. Senaryoyu yazarken aklıma diğer Cronenberg’in, yani “merhumun” hâlâ bir yerlerde yattığı geldi ve kısa film için ödünç aldım. Çok az kişi fark etti ama artık elimde olduğu için merhumu “The Shrouds” filminde de kullandım. Bence herkes kendi cesedinin bir kopyasına sahip olmalı, bu bir tür memento mori.

Pek çok kişi bunu düşünmemeyi tercih eder ama siz kendinizi ölümde bile seviyorsunuz.


D.C: Tam olarak aktarmak istediğim şey bu işte: Ölümlü oluşumuza sevgi ve şefkat duymalıyız. Çünkü bu kötü bir fikir değil, tam tersine güzel bir şey. Bu anlamda çektiğimiz kısa filmde her şey vardı: Hayatı sona eren Cronenberg’i düşünüyorum, okşuyorum ve sonunda kucaklıyorum. Bu filmi kızımla birlikte yapmak çok güzel bir deneyimdi. Üç çocuğum var, üçü de yönetmen. Bu doğal bir performans, sanki hayatımız boyunca birlikte rol yapmışız gibi, onlar her zaman çok yaratıcı oldular. Benim için insan hayatı fizikseldir. Ruhun bizden daha uzun yaşadığına inanmıyorum: Tek gerçeklik bedendir, “Crimes of the Future” (Müstakbel Suçlar) filminde söylemeye çalıştığım da buydu.

Filmlerinizde ele aldığınız hastalık, ölüm ve cinsellik birlikteliğine bu perspektiften bakıldığında anlaşılır görünüyor.


D.C: Zaten seks ve ölüm, felsefede, sanatta ve hayatta her zaman yan yana durur. Seks fikri, bizi kendi ölümümüzden kurtaracak yeni bir varlık meydana getirmeyi çağrıştırır. Elbette biz insanlar için cinselliğin sosyal bir etkisi de var; hiçbir zaman basit bir şey değildir. Seks politikadır. Güçtür. Yasadır, ritüeldir. Eğer bedenin bizim her şeyimiz olduğunu düşünürsek cinsellik, kalıplara indirgenmeden incelenmesi gereken bir olgudur.

O zaman sizce ölüm fikri eros için bir yakıt haline mi geliyor?


D.C: Evet, öyle ve bu tanımı da beğendim, sizden almamın bir sakıncası var mı?



Sonsuzluk başkalarının bakışlarında, bize bakmaya devam eden bir izleyici kitlesinde midir?



D.C: Pandemi sırasında, klasikleri ve eski filmleri yayınlayan The Criterion, Channel gibi platformlarda çok zaman geçirdim: Godard, Kurosawa ve uzun zamandır izlemediğim diğer auteur filmlerini izledim. Belki zamandan belki de üzüntümden ama o anlarda hep bu filmlerin yapımında yer alan herkesin ölmüş olabileceğini düşünürdüm: Oyuncular, kostüm tasarımcıları, müzisyenler... Herkes. Sonuçta sinema kocaman bir mezarlıktır. Ve bu o kadar da kötü bir şey değil. Filmler sayesinde onlarla hâlâ iletişim kurabiliyoruz. Elbette tek yönlü bir iletişim ama çok ilham verici.

Çocuklar ve ölümsüzlük konusunda daha önce dediğiniz gibi sevdiklerinizden gelen bir şeyler ailenin DNA’sında hayatta kalıyor. Bu durum sizin için bir teselli sayılır mı?



D.C: Bu beni haklı çıkarmaz ama inkâr edilemez bir fiziksel gerçek. Bazı jestlerimde veya ifadelerimde babamdan gelen bir şeyler var, bunu her zaman görüyorum, tıpkı çocuklarımda eşimin DNA’sından bir parça olduğu gibi. Farkına vardığım, hatta bazen beni ve çocukları büyüleyen gerçek bir buluşma bu. Ama yas döneminde insanların “o şunu isterdi, o bunu yapardı” demesini çok saçma buluyorum. Artık “o” diye biri yok, kimsenin onun ne yapmış ya da söylemiş olabileceğine dair bir fikri yok. Bazen hâlâ eşimle konuşuyorum ama bir cevap beklemiyorum.

 


Peki eşiniz Carolyn bu film hakkında ne derdi?



D.C: İlginç bir soru, hayal etmesi zor: Bence o hâlâ yanımda olsaydı bu film olmazdı. Çalışmalarıma karşı dostane bir tavrı vardı ama hevesli değildi. Dikkatliydi, süreçleri analiz ederdi. Bir editördü, bir prodüksiyon asistanıydı ama kendini göstermekten hoşlanmazdı. Evde, çocukların yanında çalıştığını hatırlıyorum. Muhtemelen “The Shrouds” filmini sevmezdi çünkü çok çekingendi.

Filmi yapmak acınızı dindirmeye yardımcı oldu mu?



D.C: Ne yazık ki bu rahatlatıcı bir film değil: acı geçmiyor. Bu tarz acılar kalıcıdır. Ama bu film üzerinde çalışmak onu tanımama ve yeni gerçekliği kabul etmeme yardımcı oldu. Kulağa garip gelebilir ama bu filmi yapmak keyifli bir çabaydı. Sanat terapi değildir. Sanat güzel bir oyundur. Özellikle sinemada: sette çocuklar gibi eğleniyoruz, bir şapka ya da bıyık takıp başka biri gibi davranıyoruz.



Vücudunuzla bu kadar ilgilendikten sonra, bedeniniz içinde kendinizi rahat hissediyor musunuz?


D.C: Yaşın getirdiği değişiklikleri inkâr etmek zor. Artık başparmaklarımda hayatımı zorlaştıran bir tür artrit var, düğmelerimi iliklemekte zorlanıyorum. Annemin de böyle bir rahatsızlığı vardı: İşte bu bir bağlantı, diyorum kendi kendime ve böyle şeylere olumlu bir ışık altında bakmaya çalışıyorum. Çünkü cildimin sarkması ve bazı ağrılar dışında yaşlanmak beni meraklandırıyor. İnsanlar beni vücuduma takıntılı olmakla suçluyor ama belli bir yaşa geldiğinizde aslında herkesin öyle olduğunu keşfediyorsunuz. Komik aslında, eskiden sanat ve seks hakkında konuşuyorduk, şimdiyse sadece tıbbi sorunlardan bahsediyoruz: Burkulan bir bilek, artrit, romatizma, artık çalışmayan bir bacak. Üstelik gençlerin de aynı şeyi yaptığını fark ettim, sözde hastalıklar hakkında sürekli internete danışıyorlar. Ben de bu konuda kendimi kötü his- setmiyorum, sağlıklı bir organizma böyle yapar.

 

“Filmler sayesinde artık hayatta olmayanlarla iletişim kurmaya devam edebiliyoruz.”