Cengiz Bozkurt

Cengiz Bozkurt, çok yönlü bir oyuncu. Birçoğumuz onun canlandırdığı Erdal Bakkal karakterini unutamasa da, Bozkurt’un hikâyesinde çok daha fazlası gizli. Son filmi ‘Bana Masal Anlatma’da Burak Aksak’la yeniden bir araya gelen Bozkurt; kuantum fiziğinden 40’lı yaşlarda ikinci kez baba olmasına, 1992 Barselona Olimpiyat Oyunları’nı yerinde izleme hayalini gerçekleştirememesinden lisan yetersizliğiyle ırkçı damgası yemesine kadar başına gelen birçok ‘demir leblebi’ durumu anlattı.

Giriş Tarihi: 16.02.2015 15:23 Güncelleme Tarihi: 16.02.2015 16:15

Kalamış Marina'da Cengiz Bozkurt'u bekliyoruz. İstanbul'un en yağmurlu günlerinden biri. Bozkurt, içeriye girdiği andan itibaren mekanın çalışanlarıyla sıcak bir sohbete başlıyor. Evinin yakınlarındaki bu mekâna sıkça geldiği belli. Masaya oturur oturmaz, iki yaşındaki kızından söz açıyor. Arkadaşlarıyla nasıl iletişim kurmaya başladığından, konuşma becerisini nasıl geliştirdiğinden ve daha birçok detaydan... Masadaki herkes bir anda 'çocuk' sohbetine giriyor. Konu birden epidural anesteziye, oradan sezaryene, doğum sürecine ve çocuğu olanların çocuğuna, bizim gibi masada oturup çocuk sahibi olmayanların yeğenlerine geliyor. Öyle ki bir an 'çocuk' konuşmaktan röportajı yapamayacağımızı bile düşünüyorum. Bu eğlenceli ve verimli sohbetin en can alıcı cümlesi, Bozkurt'tan geliyor: "Kızım doğduğunda saate baktım ve çok duygulandım. Birisi dünyaya geliyor! Acaba biz de bu dünyadan giderken, bir hastane odasında saate mi bakacağız?"

Cengiz Bozkurt, hem drama rollerinde hem komedide yetkin bir oyuncu. Türkiye'deki yaşamında, üniversite hayatı matematik ve fi zik gibi bölümlerde geçmiş olsa da; ODTÜ'deki Tiyatro Topluluğu serüveni, bizi onun bu yeteneğiyle tanıştıracak ilk adımı olmuş. Daha sonra 14 yıl yaşadığı İngiltere'de Goldsmiths University of London'da İletişim ve Medya üzerine eğitim alan Bozkurt, Mehmet Ergen'in öncülüğünde Arcola Theatre'ın kuruluşunda bulunarak mesleki yaşamını Ada'da sürdürmüş. Sonrası malum; birçok başarılı yapımda farklı rolleri canlandıran Bozkurt, son olarak televizyonda 'Hom Ofis', beyazperdede ise 'Pek Yakında'yla alkış topladı. 50 yıllık yaşamının detaylarını açık yüreklilikle anlatan usta oyuncunun kendi yaptığı kuantum fiziği tanımı aslında serüvenini de anlatıyor: "Hayatınızı kırılma noktalarında kendiniz sıçratabilirsiniz."

Asıl mesleğiniz oyunculuk ya da hayat hakkında konuşmadan önce şunu sormak istiyorum. Fizik okumuş birisi olarak, cevap verebilir misiniz: Evrende yalnız mıyız?

Tabii ki değiliz. Bilimkurgu film seyredemiyorum. Farklı yaşam biçimi denilince E.T. gibi insanın çirkin hallerinin canlandırılmasını, insan beynine hakaret olarak görüyorum. Evrende, çok daha farklı yaşam formları olabilir. Bunlar, bizim bildiğimiz manada vücut bulmuş canlılar olmayabilir.

Geçtiğimiz aylarda bir kuyrukluyıldıza Philae isimli uzay aracı indirildi. Böyle haberleri takip ediyor musunuz?

Elbette ediyorum. Kuantum fiziğinden çok etkilendiğimi söyleyebilirim. ODTÜ'de fizik okurken Ordal Demokan isimli bir hocamız vardı. Kendisi kuantum fiziğini bize sevdiren çok yetkin bir hocamızdı ve ne yazık ki rahmetli oldu. Ben de kuantum fiziğinin sıkı bir takipçisiyim.

Peki hiç bilmeyenler için basit bir tanım yapabilir misiniz: Kuantum nedir?

Basit bir şekilde tanımlamak gerekirse; 'her şeyin kader olamayacağı'dır. Birçok şeyin aslında sizin elinizde olduğu ve yaşamınızı çok rahat bir şekilde kırılma noktalarında sıçratabileceğiniz gerçeğidir.

"Büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna ne cevap veriyordunuz?

"Pilot olacağım." diyordum. Bir de benim ismim bir pilottan geliyor. 1964'te Kıbrıs'ta vurulup hayatını kaybeden Cengiz Topel'in ismi verilmiş bana. Ben de 1964 doğumluyum. Cengiz ismi de bir pilottan geldiği için pilot olmayı, kahraman olmayı düşünmüşüm herhalde. Hayat çok garip tesadüflerle dolu. Yıllar sonra ODTÜ Oyuncuları'nda benim Umut diye bir arkadaşım oldu ve kendisi Cengiz Topel'in yeğeni çıktı. Onunla bir gün bu muhabbeti yaparken, Umut, "Cengiz Topel benim dayım. Öz dayım." dedi.

Çocukluğunuz nasıl geçti?

Memur çocuğu olarak geçti. 9 yaşına kadar Nevşehir, sonra 15'e kadar Adapazarı ve liseden sonra Ankara. Çocukluk yıllarım güzel geçti, ancak ergenlik dönemim Türkiye'nin çok kötü yıllarına denk geldi. Pek ergenlik yaşayamadık, lise son sınıftayken darbe oldu. Sonrasının ne kadar korkunç olduğunu hepimiz biliyoruz. Korku dolu yıllardı, 80'li yıllar. Önce Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik bölümüne girdim. Daha sonra Beşevler'deki siyasi yapının bana uymadığını görünce ve kız arkadaşımın da ODTÜ'de olmasından dolayı ODTÜ Fizik bölümüne geçtim. ODTÜ'nün kampüsünde rahat ettim.

Okuduğunuz fizik ve bugün yaptığınız mesleğiniz oyunculuk dışında neye yönelmiştiniz?

1987 yılında ODTÜ'nün Sualtı Topluluğu'nun (ODTÜ SAT) ilk kampında bulundum. Anmadan geçemeyeceğim, birkaç ay önce kaybettiğimiz arkadaşımız Gökhan Türe bu topluluğun fikir babasıydı. Ren Nehri'ni bir arkadaşıyla birlikte baştan başa kürek çekerek geçmiş bir doğa sporları tutkunuydu. "Zıpkınla avlanmayacağız, fotoğraf çekeceğiz." diye bundan yaklaşık 30 sene önce bir kampanya başlatmıştı. Alanında bir öncüydü.

Röportajlarınızda anlatmışsınız. Üniversitede okurken Tiyatro Topluluğu'nun ilanını görüyorsunuz ve daha sonra "Hayatım değişti." diyorsunuz. Gerçekten o an hayatınızın değiştiğini düşündünüz mü?

Tiyatro Topluluğu'na girersem hayatımın değişeceğini düşünmedim. Benim gittiğim yıl ilk toplantıda 110 kişi falan vardı. Herkes bölümünü ve neden tiyatro bölümünü seçtiğini söylüyordu.

Siz sebep olarak neyi söylediniz?

"Cengiz Bozkurt, ODTÜ Hazırlık, Fizik bölümü. Tiyatro Topluluğu'na girip oyuncu olarak çalışmak istiyorum." gibi bir şeyler söylemiştim. Çalışmalar başladı, provalara geçildi ve rektörlük Marx'ın propagandası yapıldığını öne sürerek topluluğu kapattı. 'Çavuş Musgrave'in Dansı' adlı bir oyuna çalışıyorduk. Yarım kalmıştı. Sonra okul dışında, Metropol Sineması diye bir yerde faaliyetimizi sürdürdük.

1990 yılında İngiltere'ye gittiniz ve oraya yerleştiniz. Orada nasıl bir sosyal hayatınız ve eviniz vardı?

Evimiz yoktu. Arkadaşlarımızın evinde kalıyorduk. Üniversiteden Erhan Barut isimli arkadaşımın evine gittik. Daha doğrusu, Erhan da dönercide çalışan bir arkadaşının evinde bir oda tutmuştu.

Hangi şehir, tam olarak neresi?

Londra'da, Stratford'daydık. İlk gece, bir kanepede uyuduğumu hatırlıyorum. Erhan zaten misafir, ben de Erhan'ın misafiriyim. Evin asıl sahibi gelip beni görünce şaşırmıştı. Eski eşimle evlenip gitmiştik ama eşim o sırada Galler'in bir köyündeydi. Asıl niyetimiz İspanya'ya gitmekti. 1992 Barselona Olimpiyat Oyunları'nı yerinde izlemek istiyorduk. Ama Londra'nın tiyatro konusunda sunduğu zenginliği beni çekiyordu. Eski eşim hamile kalınca, İngiltere'ye yerleştik.

Daha sonra sohbeti oldu mu; "Gidecektik Barselona'ya, Olimpiyat Oyunları'nı orada izleyecektik." diye?

Tabii. Onun muhabbetini sonra hep yaptık. Ankara'dan bir arkadaşımız gitmişti o sırada Barselona'ya. Gaudi'nin eserlerinin fotoğraflarını çekip göstermişti. Şehir, bize çok çekici gelmişti. Ama bir hayal olarak kaldı. Daha sonra üç sefer gittim.

Londra'daki sosyal ortamınız nasıldı?

Çok ilginçtir; oraya yerleşen herkesten hırsızlık, soyulma, çarpılma hikâyeleri duyardık. Ben Londra'da ilk defa, ilk gecemin ertesi günü bir Türk tarafından çarpıldım. Toplu parayla gitmiştik, misafir kaldığımız evde bir Türk arkadaş daha vardı. Ben de şehri tanıyacağım, metroyu öğreneceğim; bir kart aldım. O kadar nakit parayla dolaşmak istemiyordum. O evdeki üçüncü arkadaşa "Londra tehlikeli diyorlar. Toplu parayla dolaşmayayım, değil mi?" dedim. "Evet, tehlikeli" dedi. Şimdi gülerek hatırlıyorum ama bana bir yer göstererek "Parayı buraya sakla." dedi. Akşam eve döndüğümde para da, adam da yoktu. Parayı alıp Hollanda'ya gitmiş.

"Parayı buraya sakla." demek yerine, direkt "Sen bana ver, ben saklarım." da diyebilirmiş.

Evet, evet. Çarpma; hırsızlık bile sayılmaz. Hemşehrinden borç almak gibi oldu. Ankara'dan gelmişti o da. "İki yıldır Londra'dayım, çok sıkıldım. Hollanda'ya gideceğim." demişti. Tabii bizim parayı da alıp gitmiş.

İngiltere'de eğitim almışsınız, tiyatro yapmışsınız. Ancak herhalde bunlar bir günde olmuyor. Birçok meslek yapmışsınızdır...

Elbette. Öncelikle bir ev tutmak gerektiğini anladık. Eski eşim Ankara'da İngilizce öğretmeniydi. Her gittiğimiz yerde mahalleden arkadaşlar, ODTÜ'den arkadaşlar, Sualtı Topluluğu'ndan arkadaşlar derken, sürekli birileriyle selamlaşırdık. Eski eşim bıkardı. "Sürekli bir selamlaşma muhabbetiniz var, seni tanıyan kimsenin olmadığı bir şehre geldiğimiz için Londra'da rahatım." derdi. Bunun ertesi günü, bir pizzacı acı bir fren sesiyle motorunu durdurdu. Kaskını çıkardı ve "Vaaay Cengiz!" diye bana seslendi. ODTÜ İnşaat'tan ve aynı zamanda Tiyatro Topluluğu'nda müziklerimizi yapan Haluk diye bir arkadaşımdı. Ondan iki gün sonra yine ev arıyoruz. Bir pub'ın camından bir arkadaşım el salladı. İkinci gördüğüm arkadaşım sayesinde iş buldum. Dayısı, çarşıvari bir yerde tezgâh kurmuş çorap satıyordu. Envai çeşit çorap vardı. Orada çalışmaya başladım.

O süreçte başınıza gelen en saçma şey neydi?

İngilizlerin kinayeli cümlelerini anlamıyordum. Yeterince İngilizce bildiğimi düşünüyordum ama onların günlük dillerini kavrayamıyordum. Örneğin boxer şort satıyordum. Bir gün bir adam geldi ve "Bunu sadece boksörler mi giyiyor?" dedi. "Yok, herkes giyebiliyor." diye adamın esprisini ciddiye aldım. İngilizlerin nükteli konuşmalarını anlamak zor. Bir otelin resepsiyonunda çalıştım. Oraya gelen müşterilerden biri "Do you have a vacancy?" demişti. 'Vacancy' kelimesini bize gazete ilanlarında iş arama olarak öğretmişlerdi. Ben de "Çalışıyorum burada, patronla konuşmak lazım. Burası da küçük bir otel ama bilemiyorum." diye sanki adam iş arıyormuş gibi cevap vermiştim. Adam da siyahiydi. "Ben oda arıyorum, vacancy, yani oda." demişti. Ben meğer onu öğrenememişim, kaçırmışım. Ertesi gün beni patrona şikâyet etmişti, "Senin çalışanın, ben sırf siyahi olduğum için benim iş aradığımı sandı." diye! Ben de 'vacancy' kelimesinin anlamını bilmediğimi açıklamaya çalışmıştım ama pek işe yaramamıştı.

Uzun yıllar İngiltere'de yaşadınız ve orada beslendiniz. Oradaki mizah anlayışıyla buradaki arasında ne gibi farklar var?

İngilizlerin sarkastik dediğimiz, aşağılamaya ve iğnelemeye dayalı bir espri anlayışı var. İngiltere toplumu, kendisiyle alay etmeyi çok iyi biliyor. Seyirci de kendisiyle ve kendisine yakın insanlarla alay ediyor ve onlara gülüyor. Bizde ise, ülke olarak debelenme ve kimlik bunalımıyla yoğrulduğumuz için kendimizle dalga geçemez olmuşuz. Çok alıngan olmuşuz. Aslında, bu noktada söylemeden edemeyeceğim; Cem Yılmaz bu açıdan çok önemli bir milattır. Yaptığı stand-up'larla ilk defa kendimizle dalga geçebildiğimizi düşünüyorum. Kendimiz üzerinden yürüyerek, ötekileştirmeden, taklit veya şive yapmadan, dışsallaştırmadan yapılan bir mizahtır Cem Yılmaz'ınki.

20'li yaşlarda ilk kez baba oldunuz. Şimdi iki yıl önce 40'lı yaşlarda baba oldunuz. İkisi arasında algı olarak ne farklılıklar vardı?

İlk baba olduğumda hayatımda bir şeylerin değiştiğinin farkında değildim. O yaşlarda, aklınız beş karış havada oluyor. Tabii ki 49 yaşında, ikinci kez baba olmam benim için bir hediye gibi oldu. Yaşamın bana sunduğu bir hediyeydi. Bunu çok daha bilinçli, babalığın her anının zevkine vararak yaşıyorum. Benim için çocuğumla ve ailemle zaman geçirmek en büyük zevk. Esquire, bir erkek dergisi. Fakat bende ne futbol muhabbeti, ne "Gidelim, toplanalım, erkek erkeğe takılalım." var.

Peki ya moda? Artık erkekler modayla da çok ilgili...

Onunla da aram yok. Babamdan gördüğümden midir nedir; işten arta kalan zamanlarımı arkadaşlarımızla değil ailemle geçiririm. Geçenlerde pirimiz Kemal Sunal'ın da böyle olduğunu, işten kalan zamanlarını arkadaşlarıyla değil ailesiyle geçirdiğini öğrendim. Böylesi bir sinema efsanesine benzediğimin farkına varıp gurur duydum.

Fotoğraf: Arda Güldoğan

Röportaj: Tolga Üyken

BİZE ULAŞIN