Lifestyle

Mads Mikkelsen, Filmleri, Eforsuz Tarzı ve De Niro Hakkında Konuşuyor

Mads Mikkelsen, Filmleri, Eforsuz Tarzı ve De Niro Hakkında Konuşuyor

Esquire olarak Fransız Rivierası’nda Danimarkalı efsane oyuncuyla buluştuk ve onu gözlemledik: Gerçek hayatta da bu kadar cool olmak mümkün mü, yoksa her şey iyi bir terziliğin oyunu mu?

22 Mayıs 2025

Yazı Nicola Fahey

Çeviri Zeynep Dallı

Fotoğraf Arnold Jerocki

Bu yıl Cannes, ten meselesine el attı. Bella Hadid sayesinde kırmızı halının şöhret avcısı demirbaşı haline gelen meşhur "çıplak elbise" sessizce Croisette'ten menedildi. Mahremiyetin vakti geldi. Bazıları yeni bir ölçülülükle giyiniyor olabilir ama Danimarka'nın orta yüzyıl mobilyasından sonraki en stil sahibi ihraç ürünü Mads Mikkelsen, festivalin kendi kıyafet kurallarını sınamaya kalktığı zamanı hâlâ hatırlıyor. Ve işin sonu pek iyi bitmemiş.

"Burada papyon konusunda çok katı kurallar var," diyor baştan aşağı siyah Zegna giymiş, âdeta modanın karanlık lordu gibi duran Mikkelsen. "Ben de, 'Papyon değil, siyah kravat takacağım,' dedim. İnsanlar 'Seni içeri almazlar,' dedi. Ben de, 'Saçmalamayın, alırlar tabii!' dedim. Ama öyle olmuyor. Görevliler kapıda hazır bekliyor. Direkt papyonu veriyorlar zaten."

(Evet, Cannes'da gerçekten papyon denetçileri var. Minimalizmi seven Avrupalılar için yedekleri ceplerinde taşıyorlar.)

Saat akşam yedi. Croisette'in hemen kıyısındayız. Riviera güneşi hâlâ Campari'nin Hyde Beach alanına tutunuyor. Aramıza iki kadeh bırakılıyor. "Haydi şerefe," diyor Mikkelsen. Burada, İtalyan aperitifiyle yaptığı işbirliği kapsamında bulunuyor ve gururla kendi Negroni yorumunu çeviriyor: Cin yerine mezcal, üstüne yeşil mandalina. Mükemmel bir Avrupalı oyuncu genetik mühendislikle yaratılacak olsaydı (keskin elmacık kemikleri, zahmetsiz bir tehdit havası, adeta bir fiyord gibi hüzünlü gözler) sanırım Mikkelsen'i elde ederdik.

Kopenhag'da doğmuş, caz balesi ve jimnastik eğitimi almış. Kült Danimarka bağımsız yapımlarından Hollywood'un baş kötülerine doğru bir piruetle geçiş yapmış; ne terlemiş ne de rol kesmiş. Seçin birini: Bond. Indiana Jones. Daha iyi terzilikle yeniden yorumlanan Hannibal Lecter. Mikkelsen, Hollywood'un büyüleyici bir tehlike sunması gereken sahnelerde ilk başvurduğu oyuncu. Sinemanın İsviçre çakısı gibi.

Cannes Film Festivali onun için yabancı bir yer değil. 2012'de "The Hunt" filmiyle En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı, 2016'da jüri üyesi olarak geri döndü. Şimdi, o çıkış anının üzerinden on yıldan fazla geçmişken çok daha karanlık bir filmle dönüyor: "Sirius L", festivalde sessizce dolaşıma giren bir yapım ve Avrupa'nın Trumpvari bir tehditle yüzleşme halini anlatıyor. En ilerici köşelerin bile güçlü adam siyasetine karşı bağışıklığı olmadığını hatırlatıyor.

Oscar ödüllü kurgucu Lee Smith'in ("Dunkirk") yönettiği, "Mechanic: Resurrection"ın yazarı Tony Mosher'ın kaleme aldığı film, Grönland'ın 8.700 millik sert ve buzlu sahil şeridini savunmakla görevli Danimarka özel kuvvet birimi Sirius Devriyesi'nden ilham alıyor.

Bir de "Last Meals" var: Ölüm hücresinde çalışan bir aşçının hikâyesini anlatan bir hapishane draması. Ve birkaç proje daha. Görünen o ki 59 yaşındaki Mikkelsen'in yavaşlamaya niyeti yok.

"İkisi de harika senaryolar," diyor. "Grönland hakkında çok konuştuk, bence zamanı henüz gelmemiş bir film bile olabilir."

"Last Meals" ise onu farklı bir şekilde cezbetmiş. "Bir solukta okudum. Hikâyesine bayıldım. Okuyordum ve içine çekiliyordum. Karakter hapishanede bir şef. Günde 400 tabak falan çıkarıyor."

Artık Mikkelsen senaryoları seçen tarafta. Bunun için uzun bir yol kat etti. Cannes macerası ise çok daha farklı başlamıştı.

"İlk kez Cannes'a geldiğimde kışlık kıyafetler giymiştim çünkü bir yerde dağ olduğunu duymuştum," diye gülüyor. "Nicolas Winding Refn'le beraberdik, Croisette'te DVD'lerle dolaşıyorduk, insanlara dağıtmak istiyorduk. Sonra birbirimize baktık: 'Biz buraya döneriz,' dedik. Döndük de. 2012'de, tam yirmi yıl sonra Refn 'Drive' ile En İyi Yönetmen ödülünü aldı, ben de oyunculuk ödülüyle dönmüştüm."

"Gençken Cannes hakkında hiçbir şey bilmiyordum," diye itiraf ediyor. "Sadece işime odaklanmıştım. Filmleri seviyordum. Bu dünyanın parçası olmak istiyorduk ve Danimarka sinemasını biraz olsun değiştirmeyi başardık. Ama biri hakkında yazılar yazılabileceğini bilmiyordum. İlk eleştiriler iyiydi... sonra birkaç tane daha okudum ve 'Belki de hiç okumamalıyım,' dedim."

Bugün işler epey farklı. Cannes programında festival direktörü Thierry Frémaux ile akşam yemekleri ve sinema kraliyetinden isimlerle aynı masada oturmak var. 2023'te dede olan iki çocuk babası Mikkelsen; yedi çocuk babası, dört torun sahibi ve 79 yaşında yeniden baba olan Robert De Niro'yla ebeveynlik tüyoları bile paylaşıyor.

"Bu yıl ilk işim Thierry'yle akşam yemeğiydi. Şansıma tam karşımda Robert De Niro ve Leonardo DiCaprio oturuyordu," diyor hâlâ hayretle. "De Niro benim oyuncu olmamın sebebi. En büyük ilham kaynağım. Çok tatlıydı. Fotoğraflara bakıyorduk; benim iki yaşında bir torunum var, onun da iki yaşında bir kızı. Komikti. Açıldı bize, öyle diyelim."

Mikkelsen'in başarısının ardında iyi tercihler var. Sadece güçlü senaryoları değil, doğru yönetmenleri seçmesiyle de tanınıyor. Ona bir yönetmende ne aradığını soruyorum.

"Hepsinin ortak noktası şuydu: İyi bir gözleri vardı," diyor. "Bizim göremediklerimizi görüyorlar. Daha önce çalışmadığım biri hakkında konuşayım; en sevdiğim yönetmen Martin Scorsese. Onunla birkaç kez konuştum. Normalde çok konuşkanımdır ama onunla konuşurken heyecandan on kelimeyi geçmemişimdir! Ama o çok konuşkan. Sohbetten çok keyif aldım. Yani evet, kim olduğumu biliyor!"

Kopenhag'da, 1987'de "La Cage aux Folles" adlı oyunda tanıştığı, kendisinin drag karakter oynadığı ve onun koreograf olarak görev yaptığı eşi Hanne Jacobsen'le mutlu bir hayatları var. 2000 yılında evlenmişler. İki çocukları var: Viola ve Carl. Evlerinde ayrıca Messi adında, adını futbolcudan alan küçük siyah bir köpek yaşıyor. Hayatları sade ve ayakları yere basıyor.

Günler uzun yürüyüşler, aile yemekleri ve o sezon hangi spora kafayı taktıysa onun etrafında dönüyor.

"Bir köpeğim var, bol bol yürüyüşe çıkıyoruz. Uzun yürüyüşler yaparız. Şu sıralar tenis oynuyorum. Bisiklete binerim. Spor insanıyım; spor yapmayı seviyorum. Tabii artık bir torunum da var."

Aynı sade yaklaşımı giyime de yansıyor.

"Genelde çok fazla spor kıyafet giyerim. Hemen köşede bir basket maçı çıksa ben hazırım," diyor. "Zegna'dan çok rahat, yeşil bir ceketim var. Her zaman, her yerde giyebilirim. Ev giysileri kadar konforlu."

Stil referansları oldukça derin ve çoğu bir hikâyeye sahip. O, özellikle karakteri olan vintage parçaların peşinde.

"60'lar ve 70'lere çekiliyorum," diyor vintage alışverişe olan ilgisiyle ilgili. "Tabii 80'ler pek değil. Oysa benim dönemim! O fotoğraflarda omuz vatkalarımla halimi bir gör," derken gülüyor. "Geçenlerde turuncu ve siyah, eski bir 70'ler Hollanda milli takım forması buldum. Gerçekten ikonikti. O kadar çok giydim ki mahvoldu."

Ve evet, Hollywood'un en stil sahibi adamının imza bir parfümü yok.

"Ben doğallıktan yanayım," diyor düz bir ifadeyle. "Deodorant kullanıyorum ama parfüm kullanmıyorum. Tabii biri beni ikna ederse başka."

O gece, Mikkelsen'le Croisette'teki bir başka ışıltılı partide yeniden buluşuyorum – Campari'nin ev sahipliğinde düzenlenen, yıldızlarla dolu bir davet. Ama Danimarkalı aktör gecelerini De Niro'yla kadeh tokuşturarak geçirse de, hâlâ onda o tipik Danimarka havası var: Cool, tasasız ve tantanaya tamamen alerjik. Bir kılık değiştirici. Sahne hırsızı. Ve evet, kırmızı halıdan çok köpek gezdirmeyi tercih edecek bir adam.

Daha Fazlası

Tersane İstanbul Winter Town: 2026’ya Kadar Sürecek Büyülü Kış Festivali Başladı

Güven inşa etmek, en kalıcı başarı!

Tohum Otizm Vakfı, Otizmli Çocuklar İçin İyiliği Festivale Dönüştürüyor…

Peugeot E-5008 “Art On Cars” İle Sanatın ve Teknolojinin Buluşma Noktasında