Schwartzaldahelm'deki en yakışıklı adam

Uzaklarda, çok uzaklarda; kapalı gişe yıldızı, halkın sevgilisi, kahramanlığın vücut bulmuş hali olan Chris Hemsworth çıplak ayaklarıyla, verandada karısının servis ettiği peynir ve meyveleri yiyip birasını yudumluyor. Kendini rüzgarın sesine kaptırmışken, bir yandan da bulunduğu yeri satın alıp alamayacağını sorguluyor. Hayata bak!

12 Kasım 2013

Sahilde, bir Cumartesi günü… Chris Hemsworth, ufukta küçücük, siyah bir nokta gibi görünüyor; sahilden yaklaşık üç-dört kilometre uzakta, dalgaların kırılma noktasına doğru sörf yapıyor. İyi bir dürbünle bakıldığında net bir şekilde görülebiliyor. Sörf yaparken, dalgaların en doğru zamanını seçiyor; geniş omuzlarında, nasıl kırıldıklarını izliyorsunuz. Zamanın nasıl da geçtiğini anladığında, sahilde onu gözetleyen dürbünü fark edip, sörfü sahile doğru sürmeye başlıyor. Pasifik Okyanusu'nun maviye karışan beyaz köpüklü sularında, denizi yararcasına bir rota çizerek hem de. Hiç durmadan sahile gelecek, orası kesin. Koşar adımlarla yanımıza gelerek, elindeki kumları temizliyor. Tüm gün sörf yapıp yapmadığını soruyorum. "Bugün Cumartesi!" diyor, dönüp sörfüne bakarak ve ekliyor: "Başka ne isteyebilirim ki?" Bu kez olaylar böyle gelişmedi. Chris Hemsworth, bu Cumartesi sörf yapmadı. Evinden dışarı çıkmadı. Son yedi saat, bir kez bile ayakkabılarını giymedi. Sörften çok bahsedince, verandada oturmak dışında başka şeyler yapabileceğimizi de çıtlattım kendisine. Teklifi mi kabul etmek yerine, Pasifik Okyanusu'nun dalgalarına karşı elinde birasıyla, güzeller güzeli eşinin ona servis ettiği peynirleri ve fıstıkları atıştırdı. Hatta bunların dışında, günü; bebeğiyle ilgilenme, mobilyaları düzenleme, bira içme ve pizza sipariş etmek gibi işlerle geçti. Verandada cam tırabzana dayanmış, güneşin okyanusa yansımasını izliyordu.
O esnada, "Kaygılanıyor musun?" diye soruyorum.
"Kaygılanmak?"
Soruya son derece samimi bir şekilde yanıt vermişti. Çok açık konuşuyorum, kapalı gişe oynayan "Thor" filminin süper kahramanı ve Ron Howard'ın "Formula 1" konulu fi lminin başrol oyuncusu Chris Hemsworth hiç de kaygılı değil. Hatta ona şöyle bir baktığınızda, dünyaya pozitif enerji yaydığını görüyorsunuz. Evet, bu belki; Avustralyalı, "Avenger" ve bir yaşındaki bir bebeğin babası olmasından kaynaklanıyordur. Ancak, bir yandan da şayet kaçırdığı bir şeyler olursa ve ortada da kaygılanacak bir şeyler varsa, bunu da bilmek istiyor.
"Hangi konuda kaygılı mıyım?"
Çıplak ayaklarına doğru bir bakış atıyorum. Kıymıklar? Kırık camlar? Yanıtım, onu kahkahalara boğuyor, son derece ahenkli gülüyor. Bu adam, sanki su içerken yutkunuyormuş gibi gülüyor; ses sanki ondan değil de okyanustan geliyor. Onu neden "Thor" olarak seçtikleri çok açık; Chris Hemsworth, tam bir Tanrı gibi gülüyor! Tıpkı, çok gülen bir Tanrı gibi. Kaygılanma konusuna geri döndüğümüzde, yanıtı şöyle oluyor:
"Hayır, hiç kaygılı değilim."
Bugün, sahil kenarında geçen sakin bir gün. Gökyüzündeki biruçak, renkli bir fl ama taşıyor. Hava rüzgârlı; Hemsworth, kollarını birleştirmiş, üzerindeki eski bir tişört ve jean'iyle öylece duruyor. "Hızlı ve Öfkeli" serisinin son filminde rol alan, İspanyol oyuncu eşi Elsa Pataky; o esnada kapıyı açarak, acıkıp acıkmadığımızı soruyor. Hemsworth, tam da bulunduğu yerde olmaktan mutluluk duyan bir adam gibi, gülümseyerek saçıyla oynuyor. Yerinde duramayan, hiperaktif bir adam değil, o; sakince dönerek, "Evet. Bir şeyler atıştırabilirim." yanıtını veriyor.
Machengo peyniri, kuru sebzeler ve fındıklar; okyanus manzaralı terasta, masanın üzerindeki yerlerini alıyor. Malibu sahilinde bulunan bu ev, kiralık ya da krediyle alınmış olabilir. Hemsworth, evin sadece arkadaşlarına ait olduğunu söylemekle yetiniyor. "Bu evi almaya gücümüz yetmezdi." diyor, her ne kadar içtenlikle ve tüm samimiyetiyle anlatsa da, inanmakta güçlük çekebiliyorsunuz. O sırada, sanki burayı daha önce hiç "görmemiş" gibi etrafına bakınıyor. "Thor: The Dark World"ün çekimlerini bitirip "Rush" filminin çekildiği dönem, Pataky ile iki yıl Londra'da yaşadı.
"Santa Monica'da bir dairemiz var." diyerek anlatmaya devam ediyor ve ekliyor: "Fakat orası, dünyanın her bir yanından toplanmış kıyafetlerin deposuna dönüştü."
Aksanında bir farklılık var; ne "Thor"daki o, iç gıdıklayan İngiliz aksanı gibi ne de "The Cabin in the Woods"ta oynayan çocuğunki gibi Amerikan aksanına sahip. Hafif peltek, kelime dağarcığı zengin ve sesli harfl eri uzatarak konuşan bir Avustralyalı aksanıyla konuşuyor. Çoğu cümleyi, "Değil mi?" diye sorarak bitiriyor. Ve "Dostum" dışında, size farklı bir şekilde hitap etmiyor. Bu yüzden, 30'u devirmiş olsa da çok daha genç görünüyor. Bunu, onun nazik tavırlarını birebir hissedince daha iyi anlıyorsunuz. Bireysel olarak üzerine alınmadan, kendisine yapılabilecek herhangi bir eleştirinin ya da bir gözlemin üzerinden rahatlıkla gelebilir. Ona, fi lmdeki Thor'un, çizgi romanlardaki Thor ile kıyaslandığında, çok daha komik olduğunu belirttiğimizde; neşeli bir şekilde gülüyor. Kimsenin Thor hakkındaki görüşünü umursamıyor. Bu da her şeyin bir özeti zaten.
"1960'lı yılların başından beri, çizgi roman fanatiği olan insanlardan bahsediyorsun ve inancın gücünü fark ediyorsun." diyerek devam ediyor:
"Bununla da yetinmiyor; araştırıyorsun, insanları dinliyorsun ve daha fazla neler yapabileceğini tartıyorsun. Sonra da işine başlıyorsun. Karakteri, kendinle bütünleştiriyorsun. İlk filmde, tıpkı sudan çıkmış balık gibiydim. Tecrübesizlikde vardı. 'Crocodile Dundee'deki gibi gerçekçi. Tıpkı, yabancı birinin karasularınıza kendi araç gereçleriyle girmesi gibi."
Bu, iyi bir açıklama oldu.
"İkinci 'Thor' filminde bu tecrübesizliği üzerinden atabildin mi peki?" diye soruyorum.
Chris Hemsworth, tek kaşını kaldırarak, duruyor ve "Birçok farklı yerde çekildi. Hep birlikte
göreceğiz. Yine Asgard ve dünyada geçiyor. Farklı evrenler de var." diyerek devam ediyor: "Filmde yeni savaşlar var; yeni düşmanlar da göreceksiniz.
Oldukça dinamik bir gidişatı var filmin."
O esnada parmağını havaya kaldırarak yukarı doğru bakıyor ve "Dünya ve diğer evrenler." diyor.
Hikâyeyi bu kadar ciddi biçimde açıklaması, onu güldürmeye yetiyor. "Bir adı vardı, neydi adı? Bir saniye, bulacağım." diyor, hemen ardından.
"Önemli değil, boş ver."
"Bana bir-iki saniye ver."
Hiç gerek yok...
"Bilmiyorum. Schwartzaldahelm galiba."
"Schwartzaldahelm?"
Hemsworth gülerek, "Öyle bir şeydi işte, tam hatırlamıyorum." diyor.
Ve tekrarlıyor, "Schwartzaldahelm!"
O anda uyduruverdi ya da ona benzer bir şeydi. Yine de "Schwartzaldahelm" diye bir yer varsa veya orası artık neresiyse, onu bir kez daha güldürüyor.
Arada bir, bu adamı kendinize hatırlatmanızda fayda var. Chris Hemsworth… İstediği karın kaslarına sahip olmak için hayatı boyunca milyonlarca kez mekik çeken genç erkeklerden biri olabilirdi. Fakat karıştırmayalım; bu adamın yüzü, çok güzel. Çok güzel yüzü var fakat çok meşhur bir yüz değil. Şimdilik. Şu sıralar "Thor"un tanıdık yüzü olmakla çok çalışkan bir ölümlü olmak arasında gidip geliyor. İri fakat öyle çok büyük biri değil; açık kumral ama öyle çok sarışın da değil. Güneş gözlüklerini seviyor fakat gözlerini de göstermekten çekinmiyor. Sinemaseverlerin karşısına ilk kez, 2009 yılında, J.J. Abrams'ın "Star Trek"inde Kaptan Kirk'ün babası olarak birkaç dakikalığına çıkmıştı. Vücudu daha az kaslıydı ve saçları, asker tıraşıydı. "Bir uzay gemisini diğerine çarpıp duruyordum." diyerek anlatıyor: "Gerçekten çok eğlenceliydi. O anlarda olayın etkisini yansıtabilmek için, ellerimi havaya kaldırıyor ve ileri atılıyormuşum gibi göründüğümü sanıyordum. O sırada, J.J. geldi ve bunun harika olduğunu ancak bir parça daha az uçuyormuş gibi yapıp sanki başım beladaymış gibi oynamamı söyledi." Sözlerini bitirdikten sonra, Hemsworth, ağzına bir avuç fıstık atıyor ve sohbet kaldığı yerden devam ediyor.
"Thor"u henüz izlemediyseniz veya "Thor" umurunuzda değilse, yüzünün size tanıdık gelmemesi çok normal; çünkü onun şimdiye kadar oynadığı filmler, seyirci tarafından, replik okuyan taze ve yakışıklı oyunculardan biri olarak görülmesine neden oluyordu. Belki de aksanı yüzündendir; çok hızlı konuşuyor ya da yaz filmleri ilginizi çekmiyordur. Onu, 1976 Formula 1 şampiyonasında Niki Lauda ile girdiği amansız mücadelede başrolü oynayan James Hunt olarak "Rush" filminde gördüğünüzde, dikkatinizi çekmiş olabilir. Ve içinde hâlâ üç Thor barındırıyor; biri başroldeki, diğer ikisi ise "Avengers"ın Norveçli iki ismi.
"Thor bir parça 'iri'." diyor ve devam ediyor: "Bunun için biraz vücut çalışmam gerekti ama spor yapmayı çok seviyorum; sorun olmadı benim için. Fakat bir Formula 1 yarışçısını canlandırabilmem için biraz kilo vermeliydim. Tahmin edersiniz, ince olmam lazımdı. Çekimler sırasında ilk kez kokpite baktığımda, içine asla giremeyeceğimi düşünmüştüm. Araçlar tıpkı, pilotların vücudunu saran bir tayt gibi. Ben de Thor'un fazlalıklarını atmak amacıyla, farklı bir çalışma sistemine başladım."
Hemsworth'ün hayatında, hiçbir şey hızlı ilerlemiyor. Her günün bir öncekinden güzel olduğu, şöhretin görgüyle karşılandığı Malibu sahillerinde geçen bir hayat; herkesin çok da alışık olmadığı türden. Fakat Chris Hemsworth'e baktığınızda, bizim yaşadıklarımızın aynısını o da yaşıyormuş gibi geliyor. Yeni bir iş, büyük ikramiye, mutlu bir evlilik ve bir bebek… Çok daha hızlı ve çok daha fazla ses getiren bir hayat. Aynı olaylar, aynı ritüeller; ancak, daha büyüğü. Karıştırmayın, daha önemli değil, sadece daha büyük.
20 yıl önce bir Aborjin köyünde yaşıyordu ve fark edilen iki beyaz, sadece o ve ağabeyiydi. 10 yıl önce sörf yapıyordu ve Melbourne'da aktörlük işi arıyordu. Beş yıl önce, Avustralya menşeli bir pembe dizide oynamıştı. Şöhret her şeyi kolaylaştırıyor. Hemsworth, bir anda başarılı bir kariyere sahip birisi gibi görünüyordu, dünya çapında asılan billboard'larda. Yüzü, kaslı bir vücudu, ona peynir sunan bir eşi ve sürekli onu isteyen bir bebeği var. Malibu'da bir verandadan Pasifik Okyanusu'na bakıyor ve ayakları çıplak. Çoğu insanın; hatta aktörlerin bile adını bilmediği bir yerde. Buna isim koyabilirdi. Schwartzaldahelm. Schwartzaldahelm'de ayakkabı yoktur; hem de hiç. Bu durum, canınızı sıkmıyor. Hemsworth'ün de.
Bugün Cumartesi; yani Chris Hemsworth için vites düşürüp, gaza biraz daha fazla basarak, son fi lmini çekerken öğrendiği taktiklerle drift yaptığı bir gün. Her ışıkta hızlıca duruyor ve keskin virajları en derinden alıyor. Havaalanı araç kiralama şirketinden aldığı elden düşme bir Camaro'yu sürüyor. Bu durumun tadını çıkarıyor; hem de delicesine. Geride bıraktığı haftanın yorgunluğunu unutana ve bulunduğu anın tadına varana dek sürüyor. Birazdan, bir benzin istasyonundan "U" dönüş yaparak, pedallara daha fazla abanacak ve Santa Barbara'ya doğru yola koyulacak. "Bugün Cumartesi!" diyecek ve ekleyecek: "Okyanus kıyısında gaza basmaktan daha iyi ne olabilir ki? İki defa daha gaza basmak!" MAALESEF BU DA GERÇEKLEŞMEDİ
Ona "Araç sürmeyi seviyor musun peki?" diye soruyorum. Chris Hemsworth dudaklarını büzüştürüyor. "Motosikletin yaygın olarak kullanıldığı bir çevrede büyüdüm." diyor ve devam ediyor: "Yarışmayı seviyorum. Hem de çok! Avustralya'da minik bir çocuktum o zamanlar. Ondan sonra da otomobiller için ölüp, deliren biri hiç olmadım." Bu arada, "Rush" fi lminden öğrendiği biriki şeyi göstermek istediğini varsayarak, havaalanından kiralanmış, "muscle car" tipi bir araç buraya özel olarak getirilmiş.
Sürmek ister mi acaba?
Omuz silkiyor. "Yapabiliriz belki." diyor, sanki yağmur yağma ihtimalini kast ediyormuş gibi. Fakat öyle net ki, bunu yapmayacak.
"Belki daha sonra, olur mu?"
Öğlenden sonra keyfi sürüyor. Bebek uyuyor, jet lag'den mustarip bir Avustralyalı arkadaşı yanımıza gelip selam veriyor. Eşi Pataky, masamıza oturuyor ve "Fast and the Furious"ı anlatıyor. Bugünlerde, bir derginin kapağında o var. Kalçası arkaya doğru dönük ve "Muhteşem Kalçalar!" yazıyor. Kapakta dev, kırmızı bir ok da kalçaları işaret ediyor. O sırada dergiyi benimiçin imzalayarak,
"Ne düşünüyorsun?" diye soruyor.
İmza mı? Popo mu? Kapak çekimi mi? Bu soruyu kim yanıtlamak ister ki? Ellerini kafasının arkasına bağlamış olan Hemsworth, beni anlıyor.
"Harika." diyor kibarca; "Harika bir popo o, tatlım!"
Pataky, bunu duymaktan memnun oluyor; özellikle de Hemsworth'ten.
"Güzel." diyor, "Çok güzel bir cevap bu."
Bir avuç fıstık daha mideye iniyor…
Sektörde bir-iki film çevirip, görünüşüne ciddi adam görüntüsünü kattığı yaşlarına geldi; belki bundan sonra istediği projeyi seçer, istediğini yapar ve ciddi bir aktör gibi hayatına devam edebilir. "Rush" fi lmi, özellikle bu konuda attığı önemli bir adım gibi görünüyor. Hayatının projelerini masumiyetin kayboluşu gibi sunan bu tip aktörler vardır. Hemsworth,öyle değil; hem de hiç değil. Sinema tarihinin derinliklerinde bir fi lmde oynamış olmaktansa, rolün getirdiğine odaklanmakla daha ilgili gibi görünüyor.
"Liseyi hatırlıyorum da, her hafta başka bir şey olmak isterdim. Bir haftam 'Doktor olacağım!' diye geçiyorsa, bir diğer hafta 'Avustralya'da oynayan önemli bir futbolcu olmak istiyorum.' diyordum. Sonra polis, avukat da olmak istedim. Olmak istediğim her şeyin abartılmış hâlleri diyebilirim ya da nerede olmak istediğimin. 'Lord of the Rings'i ilk izlediğimde, orada olmadığım için nasıl pişman olduğumu bile hatırlıyorum."
Filmde rol almadığın için mi?
"Hayır, orada; Orta Dünya'da yaşamadığım için." Hava karardığında , pizzalar sipariş ediliyor. Bu, Hemsworth'ün Cumartesi günü; "Geçirdiği her Cumartesi gibi…" de diyebilirsiniz. ABD'ye ilk gittiğinde, arkadaşlarının evindeki koltuğa kendini attığı Cumartesi gibi veya Pataky ile Londra'da geçirdiği Cumartesiler gibi. Çok büyük bir ihtimalle, geçen haftaki Cumartesi günü gibi. Cumartesilerin arasındaki günlerde de fi lm çekiyor ve spor salonuna gidiyor. Michael Mann'nın fi lmi, "Cyber" için hızlı klavye kullanabilmek ve tıpkı bir Şikagolu gibi konuşabilmek için özel ders alıyor. Onun için çok bir şey fark etmiyor; bu, onun işi. Çok çalıştığı bir gerçek. Zaman akıp gidiyor ve o zamanla çok daha tanınan biri oluyor. Ancak şartlar, onu değiştirmiyor; sırf ben otomobil getirdim diye onu sürecek biri değil.
Tartları söylüyor, birkaç tane bira getiriyor ve masada oturan herkesin önüne koyuyor. Pataky, kendi birasına dokunmuyor; kalkıp masayı siliyor. Avustralyalı arkadaşları, eski bir boksörmüş, "Çok uzun sürmedi." diyerek devam ediyor:
"Ben de çok iyi değildim zaten."
Hemsworth, birasını kaldırarak, "Ben bunu bilmiyordum. " diyor
ve "Vazgeçtiğinde bile güçlüdür; benim hiç olamadığım kadar güçlü." olduğunu söylüyor.
Pataky'nin annesi, bebeğin bakımı için yardıma geliyor. Elsa, onunla İspanyolca konuşuyor. Hemsworth, İspanyolca bilmiyor; İtalyanca da, Romence de.
"Öğrenemiyorum." diyor; eşinin hatrına bile bunu yapmaması, onu genç ve huysuz bir çocuk gibi gösteriyor. Bu konuda özür dilemiyor ama bilmediğini kabul ediyor. Sadece yapabilecekleri konusunda kendine güveniyor. Yapamayacağı şeyler de pek umurunda değil; ilgisini çekmiyor zaten.
"Eğer o şekilde yetişmediyseniz, birden fazla dilde konuşmak zordur." diyor Patasky ve devam ediyor:
"En sevmediğim şey de; kelimeleri elleriyle tarif etmeye çalışan kişi hep ben oluyorum. Mesela, geçen hafta mıydı, emin değilim. Bahçeler için kullanılan bir kelime vardı? Onu bilmiyordum işte."
"Gazebo." diyor, Hemsworth.
"Gazebo, evet!" diyor Patasky; "Bu çok karmaşık, gazebo!"
"Karmaşık olan şey, onun aslında benden daha fazla bildiği. Ama ben gazebo'yu biliyorum; iyiyim
yani." Pizzadan sonra, Hemsworth garaja doğru gidiyor ve yeni boks kıyafetini gösteriyor.
"Bunları giyiyor olsaydın, bütün gün yumruklardım seni." diyerek devam ediyor: "Ve bu, canını inan çok yakardı." Hemsworth yanınızdayken, gerçekten de
bazen şüphe duyuyorsunuz. Adamın kasları var. Gece garajın kapısını açıyor ve ona belki sürmek ister diye getirdiğim Camaro'yu görüyor. Sürmek ister
mi ki?
"Olabilir." diyor, eli çenesinde aracın etrafındadolaşırken.
"Ama ayakkabılara ihtiyacım var." diyor.
Bunu öyle bir söylüyor ki; sanki gerçekten hiç ayakkabısı yokmuş gibi.
Bu kadar tereddüt niye?
"Normalde, araç sürmeyi sevmem." diyor. "Her zaman yaptığım bir şey değil ki!" diye devam ediyor.
Hemsworth… Otomobil kullanmıyor, ayakkabı giymiyor. Doğal olarak yaptığı şeyler neler?
"Sörf!" diyor hiç çekinmeden; "Sörf yapmayı yeğlerim."
Bakalım, neler yapabilirim…
Üzgünce kafasını sallıyor, "Şu anda yapacak bir şey yok, zaten gece oldu."
Şimdi bana board'unu göster, tüm sistemini.
Kulak kabartarak, "Ah tabii ki!" diyor ve iyi aydınlatılmış garajından yeni boks ekipmanını ve sörf board'unu çıkarıyor.
Bu çakılların ve keskin zeminin üstündeyken bile çıplak ayaklı…
Bugün Cumartesi ve Hemsworth garajında boks yapıyor. Lise arkadaşı yanında; kolonlardan, Pantera sesi yükseliyor. Adam köpükten bir kıyafet içinde ve "Vur, sakin, aparkat!" diyerek sesleniyor.
Koruyucu kıyafeti olmasına rağmen eğitmeninin canını yakacak kadar sert vuruyor. İyi bir açıyla, her boş bulduğu anda yan vuruşlar yapıyor. Bugün Cumartesi, belki de daha sonra ağırlık kaldıracak. Belki de eşiyle boks yapacak. Belki de gün batımında sörf… Canı neyi istiyorsa onu yapacak.