Scarlett Johansson yaşayan en seksi kadın

Tam yedi yıl sonra, hiçbir şüpheye mahal vermeden en seksi kadın seçildi. Ama bu sefer, yaşayan ve asla unutulmaması gereken en seksi kadın olarak...

Giriş Tarihi: 05.12.2013 12:49 Güncelleme Tarihi: 11.12.2013 11:07

İlk saatler;

El yazısı, acımasızlık ve uyku üzerine

Bir Perşembe gününün akşamüzeri saatlerinde, aşağı Manhattan'da hizmet veren Nomad isimli otelin loş barındayız. Saat 16.50 civarıydı ve Scarlett Johansson, bir şeyler yazmak istiyordu. Küçük, narin ve yüzüksüz parmaklarının arasında, ona verdiğim otele ait not kâğıdı vardı. Hevesle, elimdeki kalemi aldı. "Ne yazmamı istiyorsun?" diye sordu. Bilmiyordum. "Aklında kalan kısacık bir hikâye de mi yok?" diye yanıtladım onu. "Kısacak bir şey, belki Shakespeare'den; 'Oh, bir ilham ateşi' gibi başlayan ufak bir bölüm olabilir." diyerek devam ettim. Yanağının kenarını ısırarak, "Bence, daha doğal bir şeyler olmalı. 'Oh' kısmı vurgulanmış gibi, çok fazla hareket içermemeli." dedi. O esnada, gözleri yerde ve dudaklarını büzerek düşünmeye başlamıştı. Scarlett, kopkoyu kadife perdeli ve son derece loş bir mekân olan bu bara, gözünde güneş gözlükleriyle gelmişti. Üzerinde, gri pamuklu bir kazak vardı. Bana doğru yaklaşık altı adım attıktan sonra basın danışmanına döndü. Arkasını döndüğünde, tabii ki kalçasına bakmadım. Bakmamı ister miydi, bilmiyorum. Bence istemezdi. Yani, muhtemelen istemezdi! Kesinlikle istemezdi. Her neyse, sonuç olarak bakmadım zaten!

Düşünürken yanağını ısırmaya başladı. Masada içi sebze dolu kocaman bir tabak vardı. Tabağı gördüğünde, "Aman Tanrım, ne kadar çok sebze var!" diye tepki gösterdi.

Cümleleriyle birlikte iç gıdıklayıcı sesi etrafta yankılandı. Herkesin bildiği gibi; dudakları, elmacık kemikleri ve bacakları adeta doğuştan sahip olduğu makyajı gibiydi. Onunla yan yana geliyorsanız, özellikle "ses"ini gerçekten hissediyorsunuz. Buğulu, hafi f buruk ve güzel sesiyle tüm gün şarkı söyleyebilirdi. Doğru nefes aldığından mı yoksa taktiğini bildiğinden mi bilmiyorum, sesi bir tabağı kırabilir ya da bir kaşığı bükebilirdi. Ortam ne kadar gürültülü olursa olsun, bu sesi her zaman fark edebilirdiniz.

"Bir kıssa yazabilmeyi isterdim." diyerek devam etti: "Ya da bir atasözü de olabilirdi. Nerede ne anlama geldiğini bilmesem de, yazması daha kolay. Aslında bu konu hakkında düşünmüş olsaydım ki, düşündüm; yani tabii ki düşündüm ve bir sonuca ulaştım. Sanırım ilk duyduğumdan beri, bu yolla kolaya kaçabileceğimi düşündüm.

Mantıklı değil biliyorum ama aklıma bu geldi."

"Bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır." gibi bir atasözü mü? Hiç aklıma gelmemişti." diye yanıtladım onu.

"Kesinlikle. Ama kuşlarla ilgili olanı gibi, eldeki bir kuş…"

"Anladım."

Sonuçta kendi el yazısıyla yazdığı ilk kelimeler; "Eldeki bir kuş, daldaki iki kuştan değerlidir." oldu. "Şimdi sıra sende!" dedi ardından ve not kâğıdını bana doğru itti. Ben de kalemi ondan aldım.

"Eldeki bir kuş daldaki iki kuştan değerlidir." Evet, sadece bunu yazacaktım ve sonra bitecekti.

"Hadi ama." dedi.

"Tamam." dedim. "Şu an, beni çok geriyorsun." diyerek devam ettim. Tabii ki bu işi batıracaktım. İlk denememi yaptım. "Evet, şimdi göster." dedi ve böylelikle ikimiz de ne yazdığıma baktık:

İKİ KUŞTAKİ EL, ELDEKİ BİR KUŞTAN DEĞERLİDİR.

Scarlett Johansson, kuş sesleri çıkararak; "Bu, kuşlar için hiç iyi olmadı." dedi. En baştan başlamak istiyordum. "Hayır, hayır sorun değil. Kuşları unut gitsin." diyerek beni kendime getirdi. O sırada turuncu renkli tatlı biberden bir ısırık aldı ve devam etti: "Kelimelerin ne anlattığını bilmemiz yeterli."

El yazısı örnekleri türetiyorduk. Scarlett, kendi yazısını analiz edip karakterini çıkarsın diye benden bir grafolog bulmamı istedi. Onu görünce, her yönüyle bir fi lm yıldızı olduğunu anlayabilirsiniz. Hayata karşı özgür ve istekli… Böyle biri olduğunu görünce; kendinizi, kuş beyinliler tarlasında sürpriz bir insanla konuşuyor gibi hissediyorsunuz. El yazısının bir yabancı tarafından çözümlenmesi onu heyecanlandırıyor. Bir nevi, gerçeği arayış diyebiliriz buna. Belki bu bir bungee jumping değil ama Scarlett, yine de fazlasıyla cesur. Özel hayatının ifşa olması nedeniyle zayıf düşen oyunculardan kesinlikle değil. Tam aksine; magazin muhabirleriyle arasında yaşanan trajikomik hikâyelerini bile anlatıyor. Kısacası; Scarlett Johansson, hayatı dobra dobra yaşıyor. Belki de sırf bu yüzden insanlara biraz soğuk ve suratsızmış gibi geliyor.

Henüz 28 yaşında. Bu yaşına rağmen eleştirel projelerde, reklam çekimlerinde, aksiyon fi lmlerinde ve daha birçok alanda hayatına birçok başarı sığdırmış bir yıldız. "Lost in Translation"dan "Vicky Christina Barcelona"ya veya farklı tarzda tekrardan çekilmiş olan "Avengers"a kadar rol aldığı bütün fi lmlerde, ayrı ayrı yeteneğini sergiliyor. Tabii bir de ikinci defa dünyanın "Yaşayan En Seksi Kadını" seçilmesi… Bunu hak ettiğini düşünüyorum. Peki, insanlar tarafından nasıl algılanıyor?

Genellikle onun hakkında yapılan ilk yorumlar şöyle oluyor: Umarsız, sıkıcı ve soğuk. Eğer sadece fotoğrafl arına bakıp yazıyı okumazsanız, bu doğru. Aslında Scarlett'in; fazlasıyla politik, zeki, başarılı bir poker oyuncusu gibi ne yaptığını bilen ayrıca oldukça cömert biri olduğunu söyleyebiliriz. Etrafta dolaşıp koca bir tabak sebze yemeğini dağıtacak ya da sandviçini paylaşacak kadar cömert bir kadın.

Bu yıl, hayatının en dolu yılı olduğunu söylüyor. Çıkış yapan yeni bir fi lm, önümüzdeki beş ay içerisinde vizyona girecek iki fi lm ve yapım aşamasında olan iki fi lm daha. Geçtiğimiz Mart ayında, "Cat on a Hot Tin Roof" fi lminin yeni versiyonunda oynadı. Vizyona henüz giren "Don Jon" fi lminde ise bir porno bağımlısının baştan çıkarma konusunda oldukça yetenekli bir kız arkadaşı rolünde karşımıza çıkıyor. Scarlett, oynadığı her fi lm ve çektiği her sahnede güzelliğine güzellik katıyor. Abartısız bir güzelliğe sahip... Belki bu yüzden her role rahatlıkla girebiliyor. Etine dolgun olmasına rağmen gayet narin görünüyor. Yeni korku fi lmi "Under The Skin"de ise; İskoçya dolaylarında gezen doğaüstü bir kasabı canlandırıyor.

Scarlett bugün, buluştuğumuz barda "Don Jon" fi lmindeki gibi seksi görünmüyordu. Onu seksi yapan şeyleri, fotoğrafl arından zaten görebiliyorsunuz; makyajsız, farklı ayakkabılar giyip farklı sutyen takması ve bunlar gibi şeyler onu çekici kılabiliyor.

"Bu dünyadaki son günüm; artık çok yoruldum." diyerek devam etti. Güneş gözlüklerini çıkarmıştı. "Bu son günüm ve son kalan işleri hallediyorum. Daha sonra uzun bir tatile çıkacağım. Pek bir yere gideceğim söylenemez. Evin çevresinde olmak daha güzel… Sürekli yer değiştirmek ya da oradan oraya seyahat etmek çok yorucu ve insanı tüketen bir şey. Sürekli muhteşem yerlerde gezip mükemmel elbiseler giyen biri değilim. Üzerimde yarım milyon dolar değerindeki mücevherlerle, bataklığın içinde durmuş daha ne kadar fazla iğrençlik olabilir diye düşünüyorum. Tam bu sebepten dolayı her şeyi üzerinizden çıkarmak istiyorsunuz. Şu an tek istediğim, saatlerce uyumak ve gazete okumak."

Bu kadar yoğun ve meşgulse neden "Yaşayan En Seksi Kadın" ünvanını kabul etmişti?

Omuz silkerek, "Bu ünvana ikinci kez layık görülen tek kadınım; öyle değil mi?"

Doğru söylüyordu.

"Bilirsin, düşmanlarım da var. Film sektöründe, 28 yaşında olan bir kadınım sonuçta. Çok yakında roller, anne rolü olmaya başlayacak ve bir süre sonra işler kesilecek. Yapımlar, tiyatrolar ya da Esquire'ın bu ünvanı…'' dedi ve gözlerimin içine bakarak devam etti:

"Bu, kulağa çok acımasız geliyor."

Tatilini, Hamptons sahilinde arkadaşlarıyla birlikte kiraladığı bir evde geçirecekmiş. "İsveç tarzında döşenmiş geçici bir ev." dedi.

Ses tonundan, evin dekorasyonunu sevmediğini ama sırf denizi güzel olduğu için evi kiraladıklarını anlayabiliyordum.

"İsveç tarzı da ne demek? diye meraklandım.

Hafifçe gülümsedi, sakin ve net bir şekilde: "Hayır, İsveç gibi değil…" diyerek sorumu yanıtladı.

Akşama doğru

Tavuklar, gerçek dışılık ve kıskançlık üzerine

Neredeyse bir saatten fazla bir süredir oturuyorduk.

Konuşmamız karşılıklı olarak devam ediyordu. Sanki beni tanıyormuş gibi o da bana sorular sormaya başlamıştı: "Sen yaz tatilinde ne yapacaksın?"

"Bilmiyorum. Eskisinden çok daha küçük bir eve taşındık. Kiralık. İki kat aşağımızda tam dört tane keçisi olan bir komşumuz var. Şehrin ortasında. Keçiler!"

Bunun üzerine, "Keçiler bir parça hareketli olabilir. Dikkatli olmalısın." diyerek uyarıyor beni.

Bunun üzerine ben de, "Bu keçiler öyle değil.

Dördünü de çok sevdim." diyerek devam ettim:

"Aslında domuzlar da çok güzel. Atlar ya da inekler de öyle…"

"Bu, hayvanlar konusunda çok deneyimli olduğum anlamına gelmiyor."

"Daha kötüsü de olabilirdi. Mesela, adamın tavukları da olabilirdi."

"Doğru." dedim.

"Tavuklar beni korkutuyor. Tavuklardan çok hoşlanmıyorum; bence kötüler." dedi.

"Kötü?"

"Hırçınlar. Bir kümesin içinde koca bir grup tavuğu görene kadar anlamamıştım. Hepsi de gagalıyor. Onlarla uğraşmak oldukça zor iş." dedi.

"Her gün, toz banyosu yapmak zorundalar. Her gün." diye cevapladım.

"Biraz pis gibi…"

"Bence bu onları temiz tutuyor." dedim.

"Kazlar da çok vahşi; birkaç adım uzak durmalısın." diyor bunun üzerine.

Biraz zaman geçtikten sonra ellerini çırparak "Pekâlâ, çiftlik hakkında bu kadar yeter. Günlerin nasıl geçiyor?" diye sordu.

"Bekle, bir dakika. Bir günümün nasıl geçtiğini mi soruyorsun?" dedim.

Kollarını önünde bağladı ve gülümseyerek "evet aynen onu soruyorum." bakışı attı.

O an ciddi olduğunu anladım ve cevap verdim: "Genellikle erkenden kalkar ve kafeye giderim. Orada biraz

kâğıt oynarım ve sonra da…"

Derken araya girerek, "Kâğıt oyunu oynamayı severim. Poker mi oynarsın?"

"Cribbage oynarım. Hızlı ve sayı sayma üzerine kurulu zevkli bir oyundur." diye yanıtladım sorusunu.

"Biraz çılgınca değil mi? Herkes kartları mı sayıyor?" diye sordu.

"Hayır, sadece hızlı ve sessiz bir oyun."

"Meditasyon gibi geliyor kulağa."

Ellerini çenesine koyarak devam etti:

"Güne kart oynayarak başlamak güzel olabilir." dedi.

Bu alışkanlığımın bana iyi geldiğini ve beni daha gerçekçi yaptığından bahsettim.

"Fazla gerçekçi olmayı sevmiyorum, bence biraz hayalperest olunabilir.

Her zaman mantıklı olmak bence imkânsız; arada bir saçmalamakta fayda var. Ben bunun farkına bir hayli geç vardım."

"Yani kart oynamamalı mıyım, onu mu diyorsun?" diye sordum.

"Hayır, demek istediğim sürekli gerçekçi olmak seni fazla özgür kılmaz. Arada biraz kendini bırakmalısın." dedi ve o sırada duraksadı. Sanırım, onu zorlarcasına bakmıştım.

"Ya, bilmiyorum. Kıskanmanın saçma olduğunu ve gerçekçi olmadığını düşünen insanlar var. Ama kıskanılmak güzeldir. Böyle güzel duyguların sizi biraz üzmesinde sıkıntı yok."

"Yani nedensiz yere kıskanılmak senin için sorun değil?" diye sordum.

"Bak, Fransız bir adamla birlikteyim. Sanırım kıskançlık onların geninde var. Küçük kıskançlıkları olan birini, hiç kıskanmayan birine yeğlerim. Ya da küçük bunalımlar…

Bence, hepsinin çok büyük anlamları var. Biliyorum, saçma geliyor, öyle değil mi?

Düşünürken bir yudum su içti ve devam etti: "Şu anki sevgilim hayatıma girene kadar kıskanç biri olduğumu düşünmüyordum. Geçmişimde sanırım böyle bir ilişki yaşamadığım için… Ama bu, hayatıma giren insanları önemsemediğimden değil bir ilişkinin bu kadar değerli olabileceğini bilmediğimden kaynaklanıyor."

Artık hava kararmaya başlıyordu. Scarlett, ayağa kalkarak elimi sıktı. Üzerine küçük gri ceketini geçirirken; "Röportajın iki hafta sonra olmaması kötü oldu. Long Island'a yanıma gelebilirdin. Istakoz yerken cribbage oynardık." dedi.

İki hafta sonra

Güzel bir okyanus gününe dair düşünceler

Bunu bir teklif olarak algıladım. Long Island'a doğru yola çıktım. Istakoz yiyip cribagge oynamak için bir ıstakoz restoranında buluştuk. Yedi aylık yoğun bir tempodan sonra, kabul edilebilir sakin bir tatildi.

"Hey." diye bir ses geldi. Güçlü bir ses. Scarlett Johansson sizden uzakta bile olsa aslında çok yakınınızdaymış gibi hissediyorsunuz. Işıldayan bir kadın, karanlık ve bulutlu bir öğleden sonra, güneş gözlüklerinin arkasından gökyüzünü izliyordu. Güneş gözlükleri, ona baktığımı anlayamayacak kadar büyüktü. Neden bilmiyorum, bir anda gözlüklerini çıkarmasını, böylelikle yüzünü görebileceğimi söyledim. Ne istediğimi direkt söylemem; ricadan çok sanki biraz emir gibi oldu. Ardından ne söyleyemem gerektiğini bilemeyecek kadar uygunsuz ve kaba bir davranış olmuştu. Sözlerimi geri alarak, anlamsızca sadece "Güneş gözlükleri." diyebildim.

"Ne dedin, duyamadım?" diye yanıtladı beni.

Sorusunun ardından, tıpkı bir ahmak gibi toparlayabildiğim kadarıyla, tek bir cümle kurabildim: "Güneş gözlüğü takmayı seviyor musun?" ve ekledim: "Seviyor olmalısın." Harika! Gözlüklerini burnuna doğru indirip,

"Evet, seviyorum. Gözlerim bir hayli hassas. Güneş ışığı beni çok rahatsız ediyor." diyerek beni yanıtlarken bir yandan da gözlerini test ediyormuş gibi okyanusun üzerinden karşımızda uzanan yola doğru, uzaklara baktı. Ve devam etti: "Ayrıca biliyorsun, onların arkasında yaşamak zorundayım. Ne de olsa ben, bir film yıldızıyım." O sırada kaşını kaldırarak, bu basit gerçeği onaylarcasına bir hareket yaptı. Bu, onun kesin olan bilgilere karşı verdiği genel bir tepkiydi.

Bir anda, yazdığımız yazı örneklerine ne olduğunu sordu. Bu konuda oldukça hevesli olduğu belliydi. Ben de ona kötü haberi verdim: "Maalesef, grafoloji dünyasında 11 kelimeden oluşan bir atasözü yetersiz ve pek bir şey ifade etmiyor. Ne kadar çok para teklifinde bulunursam bulunayım, hiçbir grafolog bu kadar kısa bir yazı üzerinde çalışamayacağını belirtti. 250'den fazla kelimeden oluşan bir yazı ve hatta imza istiyorlar. İnternet üzerinden ulaşmaya çalıştığım yedi tanesi beni geri çevirdi. Hatta içlerinden biri bana telefonda, "Çizgili kâğıt üzerine yazdı diyorsun. Bunun herhangi bir hükmü yok. Ayrıca küçücük bir kâğıda yazdı diyorsun. Peki, imzasını aldın mı?" diye sordu. Tabii ki hayır. Bunun üzerine "Elinde hiçbir veri yok. Biliyorsun; bu, bir bilim dalı. Yıldızları görmeden, bir astrologdan yıldız haritası çıkarmasını isteyebilir misin?" diyerek devam etti. Bunun çok da doğru olduğunu düşünmüyordum. Çünkü bir İnternet sitesinden, yazısı sayesinde ufak da olsa Scarlett'in pozitif bir insan olduğunu, ama bazı şeyleri sorguladığını öğrenebildim.

Scarlett, bir parça hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu ama hemen toparlanıp "E, cribbage nasıl gidiyor?" diye sordu.

O esnada gördüğü arkadaşına "Oh, Milton Bradley!" diye selam verdi ve kartları kesti. Oyunun kurallarını öğrense de, kafası biraz karışmıştı. İkinci elde ise kaşlarını kaldırarak şansına lanet etmeye başladı. "Yani siz her tur kâğıtları dağıtıyorsunuz ve oynarken günlük işlerden mi konuşuyorsunuz? Çılgınca olmadığını söylemiştin." dedi.

Evet değildi. En azından bana göre hiç değildi. Oyunu anlayıp alıştıktan sonra, o da konuşmaya başladı. Gerçekten konuşabiliyordu. Arada saçmalıyordu. Dünyanın en seksi saçmalayabilen kadınıydı. Kelimeleri ağır, anlaşılır ve klasikti. Tüm oyun boyunca, son ele kadar da ses tonu değişmedi; seksi, buğulu ve yeni uyanmış gibi…

BİZE ULAŞIN