Jose Mourinho’nun yaşamı

José Mourinho, dünyanın en iyi teknik direktörü olabilir mi? Kendisi, kesinlikle öyle olduğunu düşünüyor…

09 Temmuz 2014
The Sopranos adlı diziyi bilmeyeniniz yoktur. Ailenin reisi Tony'nin hayatından, macera; diğer bir deyişle de kavga ve gürültü eksik olmaz. İşte o Tony, bir gün rahatsızlanır ve güçten düşer. İtalyan orijinli mafya ailesinin New Jersey'deki hayatı ise, o andan itibaren allak bullak olur. Her şeyden önce, güç dengelerinin kimin lehine değişeceği önem kazanır ama aile bireylerinden hemen hiç kimse tam olarak gücü eline alamaz. Tony'nin koma ile imtihanı bir süre daha devam eder. İşler iyice içinden çıkılmaz bir hâle gelince, Tony kendine gelir. Ona göre, liderliği elden gitmiştir ama henüz son söz elbette söylenmemiştir.

İlk iş, aileye, itaat etmeyi tekrar hatırlatmaktır ama bu, öyle görünüyor ki biraz zor olacaktır. Tony, aileyi bir yemek masasının etrafında toplar ve kendi üslubuyla "Hey, sizin probleminiz ne?" diye konuşmasına başlar. Arada, etraftaki eşyalara sertçe vurur ve karşısındakilerin gözünü korkutmak için sözlerine devam eder. İçlerinden biri, cesaretle Tony'ye çıkışır ama o, bu "Cesur Yürek"i alaşağı etmeyi başarır! Sonra, tek bir söz daha çıkar ağzından: "Söyleyecek başka bir şeyi olan var mı? Evet, sizi dinliyorum!"

Artık Tony, resmen geri dönmüştür. Şimdi, işlerine kaldığı yerden devam edecek; en önemlisi de liderliğini bir kez daha pekiştirecektir.

Çok emin olmasak da, biraz önce anlattığımız hikâye ile birazdan anlatacağımız arasında bir benzerlik var. Gerçi derinlemesine düşününce hiç alakası yok gibi geliyor bize ama sanırım Tony'nin o etkileyici 'geri dönüşü' ile ilgili bir benzerlik mevcut. Neyse, biz asıl konumuza giriş yapalım…

José Mourinho, geçen yaz yeniden Stamford Bridge'ın yolunu tutmuştu. Sıkıntılı Real Madrid günlerinden sonra (Ki bu sıkıntı belki de ilk Chelsea macerasından sonra kendini Madrid'de 'evinde' hissetmemesinden kaynaklanıyordu.) şimdi en sevdiği soyunma odasındaydı. Lampard, Terry ve Ashley tanıdık simalardandı ama dikkatini çeken biri, onun için yeniydi.25 yaşındaki Juan Mata, o sıralar Chelsea takımının en favori oyuncularının başında geliyordu. Öyle ki taraftarlar için en iyisi Mata'ydı. Topla artistlik hareketler yaparak etrafını umursamaz bir görüntü çizen bu özel oyuncu, hemen Mourinho'nun ilgi alanına girdi. Ama bu, kendi iktidarından bihaber birine duyulan türden bir ilgiydi! Mourinho vakit kaybetmeden, Mata'nın yanına sokuldu ve onu karşısına alarak bu mabetteki patronun kim olduğunu söyledi. Orada, bir tek kişinin dokunulmazlığı vardı. Elbette, onun im olduğu da aşikârdı…

José Mourinho, yeni görevine başlamadan önce, oyuncu ve yardımcılarına açık bir mektup gönderdi. Bunu, 2002 yılının Ocak ayında, Porto'dayken de yapmıştı. Şimdi, 51 yaşındaydı ve
taviz vermeyen tutumunu bir kez daha sergiliyordu. Bu mektup, adeta "Söz ağızdan bir kere çıkar." sözüne vurgu yapar cinstendi. Zira kendisi, açıkça, bu mektubun tekrarının olmayacağını söylemekten de geri kalmamıştı. Mektupta, yönetimi süresince uyulması gereken kurallar yazılıydı. Buna göre; futbolun kolektif yapısına dikkat çekiyor, bireysellikten uzak kalınmasının altını çiziyordu. Kendisi, oyuncularına karşı her zaman dostça yaklaşacağına dair söz veriyor ve karşılığında ise onlardan, açıksözlülük ve dürüstlük bekliyordu. Elbette, böylesine büyük bir kulübün oyuncularında ego yüksek olacaktı ama bu, asla takımın ve kulübün hedefl erinden uzaklaşmasına neden olmamalıydı. Teknik direktör ve oyuncular arasındaki bu anlaşmanın suiistimal edilmesi düşünülemezdi ama eğer öyle bir 'zayıfl ık' söz konusuysa da neyapılacağı belliydi!

José Mourinho'nun benimsediği bu tarz iletişim, herkes için uygun değildi. Örneğin, Real Madrid'deyken patronluğuyla ilgili bazen oyuncularından eleştiri alıyordu. Zira Iker Casillas ve Sergio Ramos, Mourinho'ya karşı kuyruğunu dik tutan isimlerdendi. Sonuçta, ikisi de dünyanın önde gelen oyuncularındandı ve dürüst konuşmak gerekirse, onlar da saygıyı fazlasıyla hak ediyordu. Üçlü arasındaki asıl gerginlik, kaybettikleri bir Barcelona maçından hemen sonra yaşanmış; Ramos, Mourinho'nun yenilgi sonrası konuşmasından rahatsız olup ona, "Sen hiç futbolcu olmadın ki! Saha içinde neler döndüğünden bazen haberin olmayabilir; orada yaşananlar hakkında bir fi krin yok." demişti. aten bu gibi atışmalardan bir süre sonra, Mourinho için İspanya macerası son bulmuştu.

Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, José Mourinho, geleneksel çalışma yöntemlerinin dışına çıkarak kendine küçük bir ordu kurmayı başardı. Bu ordunun bileşenleri, elbette dünya futbolunun önde gelen oyuncularıydı. Her şeyden önce Mourinho, takımın her bireyiyle yakından ilgileniyor ve onları nasıl motive edeceğini iyi biliyordu. Zira Zlatan Ibrahimovic, ünlü teknik direktörün motivasyon anlayışıyla ilgili şöyle diyor: "Onun maçtan önce konuşmaları, çok etkiliydi; öyle bir motive oluyorduk ki, sahaya çıktığımızda kendimizi aslan gibi hissediyorduk." Hollandalı millî futbolcu (Şu sıralar Galatasaray'da oynuyor.) Wesley Sneijder'ın da bu konuda söyleyeceği var: "Sahaya çıktığımda, onun için ölmeye hazırdım!"

2008 yılında, Frank Lampard'ın annesi vefat etmişti. José Mourinho, yine dostlarını es geçmedi; daha doğrusu, klasik bir baş sağlığı dileyip işine devam etmedi. Söylenenlere göre; Portekizliteknik direktör, oyuncusunu hemen her gün aradı, onunla uzun uzun konuştu. Lampard takımla çalışmalarına başladığında ise, onu bir dakika bile boş bırakmadı; Mourinho, Lampard'a, ailesinin herhangi bir daha yakındı. Ünlü futbolcu, teknik direktörününbu yaklaşımına dair şöyle diyor: "Kim ne derse desin, ben bu adamı çok seviyorum. Sıkıntılı günlerimizde, onun bir an bile uzağımızda görmedik. José Mourinho, bizi her daim gözetirdi; başarılarımızda, onu payı çok büyük."

Dünyadaki pek az teknik direktöre nasip olacak cinsten başarıları olan biri hakkında olumlu konuşmak kolay olsa da José Mourinho, seveni ve sevmeyeniyle genç denebilecek bir yaşta futbolun efsane isimleri arasındaki yerini çoktan aldı. Hele ki son 20 yılı gözden geçirdiğimizde, elde ettiklerini 'eşsiz başarılar' olarak rahatlıkla nitelendirebiliriz. Şöyle düşünün; son dönemde başka kim İngiliz, İtalyan ve İspanyol liglerinin en büyük kupalarını kaldırabildi? Unutmayın, bu üç lig, Avrupa'nın olduğu kadar dünyanın da önde gelen ligleri arasında! Peki, ya Şampiyonlar Ligi? Porto'yla 2004'te, Inter Milan'la da 2010'da en büyük kupayı kaldırdı. Bakın, bu iki takım da görece zayıf takımlardı. Yani genel anlamda onlar, bir Barcelona ya da Real Madrid değildi.

Bugün neredeyse her kulüp, Mourinho'yla çalışmayı ister (Eminiz, öyledir.). Ancak, şimdiye kadar sadece birkaç kulüpten bu konuda çatlak ses çıktı. Biri Barcelona'ydı, ki onların bu durumda haklı olduğu şey, Pep Guardiola faktörüydü. Pep gibi biri varken, Katalan bir camianın başına Portekizli birini getirmek söz konusu değildi elbette. Geçen yıl, Manchester United da benzer bir tepki verdi; Alex Ferguson'un emekliliğinin ardından, bir ara kulüp yönetiminden Mourinho sesleri yükseldi ama Old Trafford'dan çıkan ses, diğerlerini bastırdı!

Attığı her adımdan başarı beklenen biri olarak, hayatı; daha doğrusu işi, ne derece stresliydi? Bu sorunun cevabını biliyorumaslında ama yine de ona sormak istedim. Beklediğim üzere, güzel bir cevap aldım: "Hiç!"

Sorumun öznesi ve yükleminin yerini değiştirip aynı soruyu sinsice yine soruyorum. Bakalım, şimdi ne diyecek?

"Londra'da hiç stres yaşamadım ama Madrid ve Milano için aynı şeyi söyleyemeyeceğim."

Bu cevap, fena değildi. Şansımı biraz daha zorluyor, geceleri onu uykusundan uyandıran şeylerin ne olduğunu soruyorum… "Hiç!" diyor gene ve devam ediyor, "Günde 7-8 saat uyurum. Ama bir şey diyeyim mi, mesele aslında bu değil. Yani işimiz çok stresli tamam ama bir kalp cerrahınınki kadar değil mesela. Tek fark, benim yaptığım işin sonuçlarını milyonlarca kişi görebiliyor; ancak onunkine, daha çok hasta ve yakınları şahit oluyor. Peki, ya sorumluluk? Benimki, onunkinin yanında hiç sayılır! Bazen, o adamlardan daha çok para kazandığımı düşünüyorum. Uzun süre düşünüyorum hem de. Sonra, insanlığa katkımı sorguluyor, onunkini ise hiç sorgulamıyorum."

José Mourinho, şimdilerde, Londra dışında olduğundan çok daha mutlu hissediyor kendini. Bunda, Chelsea'ya dönüşünün elbette payı var; zira kendini hep bu kulübe ait hissetti. Bir de bu mutlulukta, geçtiğimiz günlerde Paris'te olduğu ameliyatın da etkisi var. Bıçak altına yatmasının sebebi, dirseği. Dirseğindeki çatlak, onun huzursuz günler geçirmesine neden olmuştu ve artık acılar, geride kalmıştı.

Şimdi, fotoğraf çekimimizin yapıldığı yerde (Fulham, Londra) ve yüzündeki tebessümle etrafında olan bitenleri izliyor. Yanında, 17 yaşındaki kızı Matilde var. Matilde, bir süredir fotoğrafçılıkla ilgileniyormuş. Moda alanında ilerlemek istediğini söylüyor ve fotoğrafçımız Simon'un seçtiği kareleri incelemekten bir an olsun vazgeçmiyor. İş röportaj faslına geldiğinde ise, Matilde biraz sıkılgan tavırlar sergiliyor. O sıkılırken, ben de ona soru sormayı tercih ederek biraz da olsa keyfi nin yerine gelmesini sağlamaya çalışıyorum. Sorum şu: "Evdeyken, ailece futbol maçları izliyor musunuz?" Matilde tam cevap verecekken, araya Mourinho giriyor ve "Hayır!" diyor. Ben şaşırırken, o sözlerine devam ediyor: "Evdeyken, bazen ikiye ayrılıyoruz. Kızlar; yani eşim ve kızım başka bir şeyle ilgilenirken ben ve oğlum maç seyrediyoruz. Evde asla sadece futbol yoktur; başarılarımızı birlikte kutlarız ama o kadar."

Mourinho, az önce gece onu hiçbir şeyin uyandırmadığını, aklında onu uykusundan edecek kadar rahatsız edici düşüncelerin bulunmadığını "Hiç!" diyerek belirtti ya, kendisine veda etmeden önce yine bu konuda üzerine gitmek istedim: "Ya Chelsea'ye dönüşün bir başarısızlık öyküsüne dönüşürse; bu düşünceyi hiç mi sorgulamıyorsun?

" Cevabı, açık ve net…

"Buraya dönmeye karar verdiğimde, bir şeylerin yanlış gitmesiyle ilgili riskler vardı. Fakat emin olun, hiç korkmadım! Ben, her zaman kendime güvendim. Kendime, 'Yine aynı şeyleri yapabilirsin.' dedim. Bir şeyden korkmadığınız zaman, kendinizi baskı altında hissetmezsiniz. Bu yüzden, ben çok rahatım; siz de bunu bir deneyin!"

Esquire Dergisi'nin Mayıs 2014 sayısından alınmıştır.