İyi insan olmanın sırrını keşfetmiş bir adam
İyi insan olmanın sırrını keşfetmiş bir adam
Kimimiz farkındayız kimimiz değil. Mutlu olmanın peşindeyiz hepimiz. Ama ne bunu hak etmek için gereken bedeli ödemeye hazırız ne de mutlu olmanın ne anlama geldiğinden eminiz. Bu sorunların hepsinin üstesinden gelmiş bir adam var karşımda. Yalnızca mutlu insan olmanın değil, iyi insan olmanın da sırrını keşfetmiş, haberi yok. O Amerika’yı keşfettiğinin farkında olmayan Kristof Kolomb gibi. Bense ne keşfettiğinin gayet farkında olan Amerigo Vespucci. Ama ben Amerigo’ya nazaran çok daha mutluyum. Çünkü ben Amerika’dan çok daha değerli bir şeyi, Ali Atay’ı keşfetmişim. Hikayemiz, Ali Atay’ın doğum yeri Rize’de başlıyor. Bir doğum sahnesi gelmesin ama gözünüzün önüne. Ben o noktadan başlatmıyorum hikâyeyi. Hem Ali Atay gibi klişelerden nefret eden birinin hikâyesine yakışmaz bu hem de Rize hiç önemli bir yekûn tutmuyor Ali Atay’ın hayat-zaman çizelgesinde. Evet, Rize’de doğuyor. Evet, ana babası Rizeli. Evet, gözleri her daim çakmak çakmak çakıyor, bir Rize çocuğuna yakışır şekilde. Ama bir adamı şekillendiren çocukluğuysa eğer, Rize’nin pek bir esamesi yok onun adamlığının şekillenmesinde. Çocukluğu, ilkokul ikiye kadar Ankara’da; sonrasında İstanbul’un en eski semtlerinden olan, sınıfsal ve kültürel bir çeşitliliğin yaşandığı Kocamustafapaşa’da geçiyor. Semtle özdeşleşmiş o tarihi surların gözetiminde oynadıkları oyunlar sırasında, masumane çocuk arkadaşlığının tadına ilk kez varıyor. Öz iradeyle kurulan, menfaatten arınmış bu kutsal ilişkinin gücünü ilk kez o zaman hissediyor. Bugün bile unutmadığı bir his bu.
İyi insan olmanın sırrını keşfetmiş bir adam
“Ben, çocukluk arkadaşlarıma çok değer veririm. Onlar ve aileleri benim hayatıma yön vermiştir çünkü. En yakın arkadaşım mesela. Aynı sınıftandık. Ailesini de çok severdim, o da benimkileri severdi. Anne babası matematikçiydi, çok acayip muhabbetler dönerdi evlerinde. Diğer yakın arkadaşımın ailesi ise ilahiyatçıydı. Birbirimizden ayrılmayalım diye, biriyle beraberce İmam Hatip’e gitme hayalleri kuruyorduk; diğeriyle de İstanbul Erkek Lisesi’ne gitme hayalleri. İkisini de yapmadım. Ama ikisi arasında çok kaldım.”
Arkadaşlarıysa hayallerini gerçekleştirip istedikleri okullara gitmiş. Bugün de görüşüyor musunuz diye soruyorum. “Yok.” diyor, “Çok uzun zamandır görüşemedik.”
‘Leyla ile Mecnun’u seyredenler, Yedek Kâmil karakterini bilir. Mahallenin futbol takımındadır ama hep yedek kulübesinde oturur. Üstelik onunki Semih Şentürk’ün yedekliğine benzemez. Hiç oyuna alınmaz. Bir kez alınacak olur, onda da kendi kalesine gol atar. Öğreniyorum ki Ali Atay’ın mahalledeki futbol geçmişi de bundan pek farklı değil.
“Yedikule Spor Kulübü’nde top oynuyordum. Ama berbat bir topçuydum. Çok kötü oynuyordum. Sırf mahalledeki herkes oynuyor diye ben de lisans çıkartmıştım. O kadar kötüydüm ki sürekli oyuna alıp sonra çıkarıyorlardı. Hâlâ da kötüyüm.”
Ama dedim ya hikâye asıl Rize’de başlıyor. Bunlar hep hikâyenin öncesi…
Ne diyorduk? Ha, tamam! Ali Atay futbolda kötü olabilir ama o zamanlar bir konuda çok iyiymiş: Geometri. Üst düzey matematik zekâsını adeta bir süper güce dönüştürdüğünü anlıyorum o anlattıkça. Hayatı boyunca onu çıkılmaz denilen sorunların içinden çıkarmış bu süper güç.
“Geometride kendime bir oyun alanı yaratmıştım. Sorunları bulmaca çözer gibi ele almak oradan başladı. Matematik hayatın neresinde diye sorarlar ya… Ben matematiğin hayatın her yerinde olduğunu sonradan çok iyi anladım. Matematik sayesinde, gerek tiyatroda gerek televizyonda ya da arkadaş gruplarında bir problem olduğunda onu soğukkanlılıkla çözmeye ilk ben başlıyorum. Ve çözülüyor o sorun gerçekten de. Bence oyunculukta da çok büyük önemi var matematiğin. Matematik zekâsı gelişmiş bir aktör, bence hemen kendisini belli eder. Bence konservatuarlarda haftada bir saat de olsa geometri dersi koymaları çok faydalı olabilir. Mesela bir dansçının da matematiği bilmesi gerekir. Daha doğrusu matematik algısına sahip olması... Matematik insanın zihninde bir patika açıyor. Hayatım boyunca benim işlerimi kolaylaştırdı. Çok zor şartların içinden nasıl çıkılabileceğine dair hesapların nasıl yapılacağını çok iyi biliyorum yani.”
Onu dinlerken, matematik konusunu Erkan Can’la da konuştuğumuz aklıma geliyor. Ne demişti Erkan Can:
“Matematik hayatımda hep problem oldu. Hep matematikten çaktım. Matematiğe kafası basan adamlara hayran kalırım. Bazen kendimi ezik hissettiğim olur öylelerinin yanında. Ama alıştım artık. Onsuz da oluyormuş, anladım.”
Ali Atay, bu süper gücünü çocukluğunda sorun çözmek için kullanıyor muydu bilmem ama ilkokuldan sonra iyi bir lise öğrenimi görmek için kullandığı kesin. İşçi bir babanın tek maaşına bakan bir evin çocuğunun gidemeyeceği bir özel okulu kazanıyor çünkü. Bu okulda onu tiyatroya taşıyacak aşkı buluyor sonra. Ama tiyatro aşkı değil bu. İngilizce öğretmenine duyduğu aşk. Onun verdiği drama derslerine girebilmek için tiyatro koluna katılıp İngilizce piyeslerde oynamaya başlıyor. Bakıyor ki çok eğlenceli, işin ucu konservatuara dek varıyor.
Hikâye asıl Rize’de başlayacak olsa da bunlar da önemli ayrıntılar işte Ali Atay’ın hayatında. Şimdi Rize’ye geçmeden önce Taksim’e bir gidelim. Ali Atay’ın parasız pulsuz bir konservatuar öğrencisiyken en yakın arkadaşı Berkun Oya ile takıldığı Taksim Meydanı’ndayız. İki arkadaş yaz sıcağında çıkarmış ayakkabıları, çorapları; ayaklarını meydandaki havuzun kenarından suya sarkıtmışlar, oturuyorlar. Karşılarında The Marmara tüm azametiyle dikiliyor.
Berkun: Şuranın Roof Bar’ına gidip bira içelim mi?
Ali: Nasıl içeceğiz oğlum? Para yok, pul yok.
Berkun: Gel, bir yolunu buluruz.
Çoraplar, ayakkabılar giyilir. İki arkadaş bara çıktıklarında fark ederler ki, bir caz festivalinin kokteyli var. İngilizcelerine kuvvet, Ali Atay hemen bir caz gitaristi olur, Berkun Oya da onun menajeri. Biralarını içerler, kaçarlar.
İyi insan olmanın sırrını keşfetmiş bir adam
Parasızlığın da, çok paraya sahip olmanın da ne olduğunu biliyor Ali Atay. Parayla düzeyli bir ilişkisi var. Belki de mantık evliliği yapmış demek daha doğru. Çok fazla parada gözü yok. Ama paranın gerekliliğini de inkâr etmiyor.
“Hiç yalan söylemeyeceğim, para şart. Paranın getirdiği rahatlık duygusuna ihtiyacı var insanın. Paran olacak, kendini iyi hissedebileceksin ki istediğin işi yapabilesin. O yüzden, para kazanmanın gerekli olduğuna inanıyorum ama doğru imkânlarla kazanabilirsek daha da iyi. Mesela ben reklam çekmeden para kazanabiliyorsam ne mutlu bana. Sırf sevdiğim işi yaparak para kazanabilsem… Ben bu işe başlayıp evden ayrılırken anneme dedim ki, ‘Anne sen yine de bana bir yer ayır yanında sürekli. Ne olacağı belli olmaz. Çok paralar kazanabilirim. Ama sonra hepsini kaybedebilirim de.’ Ben ikisine de alışkınım. Yokluğa da alışığım, çok fazla paraya da. Önemli değil benim için. Parasızken de şu an ne yaşıyorsam onu yaşıyordum. Para ile parasızlık arasındaki en büyük sıkıntı, istemediğin işleri yapmak zorunluluğu.”
Sevdiği iş, tiyatro. Berkun Oya’yla beraber kurdukları Krek Tiyatro Topluluğu ile 1999’dan 2010’a kadar da yapmış bu işi. Orayı ayakta tutabilmek için ikisi de farklı işlerde çalışmak zorunda kalmış. Hayatlarına televizyon girmiş. Berkun Oya’nın senaryosunu yazdığı, Ali Atay ve Müşfi k Kenter’in oynadığı ‘Şapkadan Babam Çıktı’ böyle ortaya çıkmış. 2003 yapımı dizi, izleyenlerin bugün hâlâ çok iyi andığı TV dramlarından biri.
“Berkun Oya ile televizyon için pek çok proje tasarladık. Gel gör ki hikâye biraz bizim düşündüğümüzün gerisindeymiş o zamanlar. O yüzden, hep bir yerlere tosladık, önümüze duvarlar çıktı.”
Ali Atay’ın televizyonla barış sağlayan, ‘Leyla ile Mecnun’ olmuş.
“Ben onun sayesinde televizyonun korkulduğu gibi bir şey olmadığını, orada istediğin gibi bir şeyin de yapılabileceğini anladım.”
Ali Atay’ın televizyondan hâlâ korktuğunu düşünenler olabilir pekâlâ. Çünkü ‘Leyla ile Mecnun’un en şaşaalı günlerinde bile onu herhangi bir TV programında konuk olarak görmedik.
“Televizyon programlarına çıkmayı sevmiyorum. Çünkü televizyon programına çıkmanın ne anlama geldiğini çözebilmiş değilim. Benim oradaki gerçek durumum nedir? Onun karşılığı yok bende. Ben PR, reklam tarzı şeylerden de hoşlanan biri değilim; becerebildiğim bir şey de değil bunlar benim. Olduğundan farklı gösterilmeye çalışılan her şeyin karşısındayım. O yüzden, o alan benim için çok fazla şey ifade etmiyor. Gazeteler, dergiler, röportajlar… O işlere girmek için gerçekten konuşulacak bir durumun olması lazım. O yüzden, saygısızlık etmeden uzak durmaya çalışıyorum.”
Aklınıza evinde televizyon olmayan, televizyonu hayatın dışından çıkarmış bir adam portresi gelmesin ama. Ali Atay, hayatının neresine, nasıl sokabileceğini bilemese de televizyon gerçeğini kabul ediyor ve televizyon seyrediyor. Annesiyle oturup sabah programlarını seyretmekten keyif alıyor mesela (Aman bunu okuyup onu programınıza çağırmayın. Zaten gelmez ya.). Seyretmediği tek şey, haber programları.
Televizyondan korkmasa da korktuğu bir şey var ama: magazin muhabirleri.
“Gerçek anlamda korkuyorum onlardan. Asılsız şeyler yazdıkları da oluyor. Bunlarla ilgili harekete geçmek de istemiyorum. Çünkü onu yapsam, aynı oyun alanına girmiş olacağım. Ama ben orada takılmak istemiyorum. Başlarda ne yapacağımı şaşırıyordum. Sonra kanıksamaya, görmezden gelmeye başladım. Annem telefon açıp bana soruyordu, ‘Doğru mu?’ diye. ‘Anne.’ diyordum, ‘Artık sen de inanıyorsan böyle şeylere, ben ne yapayım.’ Yapmadığın bir şey üzerinden seninle ilgili bir haber çıkarmaya, senin dahil olmadığın bir alanda seninle ilgili bir kimlik çıkarmaya çalışıyorlar. Misal, magazincilerdeki benimle ilgili algı şu: Ben, küfürbazım. Çünkü bir tanesi ağzımı bile açmamama rağmen, ona ana avrat küfürler saydırdığımı yazdı. Ben yalnızca, Taksim’deki olayları kastederek, ‘Burayı çekme, git yukarıda Taksim’de çek; orada olaylar oluyor asıl, benimle ne işin var.’ demiştim. Bilakis o bize küfürler saydırıp tehditler savurdu ama sonra gidip tam tersini yazdı.”
Bunun üzerine sormamak olmaz: Hiç küfür etmez misin sen peki?
“Çok ederim. Ama olur olmaz yerde etmem. Normal bir insan ne yaparsa ben de onu yaparım. Küfür etmeyeceğim diye kendimi sıkmam. Rahat olmaya çalışıyorum.”
Daha önce söyledim mi bilmiyorum ama asıl hikâyemiz Rize’de başlıyor. Ama o hikâyeyi tam olarak anlayabilmeniz için hikayenin esas oğlanını biraz tanımanız gerek. Onu tanımadan onun keşfettiği sırra vâkıf olmanız da mümkün değil sonra. Birazdan anlatacağım, asıl hikâyeyi; ama önce oyunculuk hakkında sormak istediklerim var, Ali Atay’a.
İyi insan olmanın sırrını keşfetmiş bir adam
Bazı tiyatrocular var. Bunlar, sinema filminde oynuyor ama o sinema filminde hâlâ tiyatrocu kalıyor ve bunu sana fazlasıyla hissettiriyor. Sinema duygusuna zarar veriyor bu. Sen oynadığın dizlerde, filmlerde bana hiç öyle hissettirmedin bugüne dek. Bunun bir sırrı var mı?
Bunun bir sırrı yok. Bir tek açıklaması olabilir: algı. Dünyanın en saçma sorusu şudur mesela: “Sinema oyunculuğu mu, tiyatro oyunculuğu mu?” Böyle bir şey yok. Oyunculuk, oyunculuktur. Eskiden var olan imkânsızlıklardan dolayı tiyatrocular daha bir yüksek oynamak zorunda kalıyordu. En arkaya seslerini duyurabilmek için falan. O durumun, o enerjinin yansımalarının zamanla vücutta yer etmesidir senin söylediğin şey. Ben o tür bir oyunculuktan hoşlanmadığım için buna hiç izin vermedim.
Bazı oyuncular, canlandırdığı karakterlerin içine öylesine giriyor, o karakterle o kadar bütünleşiyor ki, sonunda gerçek yaşama döndüğünde sıkıntılar yaşıyor. Bir travma durumu ortaya çıkıyor.
Ben böyle bir şeyden hep korktum. Zaten beceremedim de bunu. Karakterle selama çıkan oyuncular vardır mesela. Bu insanı şizofreniye sürükler bence. Dehşet bir şeydir. Bu konuyla ilgili gerçekten çok sıkıntı yaşayan arkadaşlarımız var. Çok basit fi ziksel bir karşılığı var bunun. Beyin, senin yaptığın her şeyi ciddiye alıyor. Verdiğin bütün tepkileri rol icabı olsun olmasın ciddiye alıp gerçek kabul ediyor. Beyin bilmiyor, senin bir dizide, fi lmde ya da sahnede olduğunu. Sen ağladığın zaman depresyona girdiğini düşünüyor ve sana ekstra adrenalin pompalıyor. Rol devam ettiği sürece de devam ediyor buna. Beyin bir noktada paniğe kapılıyor ve sonra seni şizofreniye sürüklüyor. Gerçek ruhsal hastalıklar yaşamaya başlıyorsun. Şunu yapmak gerekir. Tiyatro ciddi bir şakadır diyerek eğitti bizi Müşfi k Kenter. Bunu aklından çıkarmayacaksın. Çok ciddiye alacaksın işini ama işin hayatın olmayacak. Eve iş götürmeyeceksin. Eve iş götürmemen gereken yegâne iş oyunculuk olabilir. Dünyada bir sürü oyuncuda var bu sıkıntı. Bu yüzden, metafi ziğe saldırıyorlar. “Maden işçileri bir, tiyatro oyuncuları iki.” derdi Müşfi k Hoca.yapıyoruz yani. Allah’a şükür ben hiçbir rolden depresyona girmedim.
Hiç depresyona girmez misin peki?
Girerim tabii. Ölüm gibi, sevdiğim biriyle ilişkimde sıkıntı yaşadığımda, adaletsiz bir durumla karşılaştığımda falan kısa dönemli depresyona girdiğim olur. Ama uzun dönem depresyona çok girmem ya. Kaçınılmaz bir şeyse depresyon, gideceksin evde yatacaksın. Gireceksin depresyona ama çok da durmayacaksın,biraz takılıp kaçacaksın!
Artık asıl hikâyemize dönebiliriz sanırım.
Rize’nin köylerini birbirine bağlayan yolda ilerleyen bir otomobilin içindeyiz.Anne ve iki yetişkin oğlu, İstanbul’dan kalkmış,derme çatma köy evlerini görmeye gelmiş. İki kardeş, yol boyunca güzelim doğanın içine inşa edilmiş çirkin, zevksiz binalara bakakalıyor. O güzelim tabiatın bağrına bu tuğla hançerleri saplamaya nasıl elleri varmış insanların anlamıyorlar. Aralarında konuşup söyleniyorlar, bu binaları yapanlara.
“Madem bunlardan nefret ediyorsunuz; siz bir tane istediğiniz gibi, olması gerektiği gibi yapın, herkes baksın görsün ve onun gibi evler yapsın.”
Anneleri onlar gibi tahsilli değil belki ama ettiği sözler, geriye söyleyenecek hiçbir şey bırakmıyor. Bu toprak kadını, hayatın ve doğanın kendisinden aldığı eğitimle, bir cümleyle tüm hayatı doldurabilecek ve o hayatı baştan sona şekillendirebilecek bir ders veriyor oğullarına.
Ali Atay’ın aklından hiç çıkmıyor bu sözler. Kötü gördüğü her şeye karşı kendini korumak için bir duruş geliştiriyor bu sayede. Beğenmediği şeylerden şikâyet etmek yerine, onları düzeltebilmek adına doğru modeli yaratmaya adamış kendini.
“Öyle dönemlerden geçiyoruz ki, insan hiç olmadığı kadar dürüst olmalı. Hiç olmadığı kadar yalandan uzak durmalı. Hiç olmadığı kadar başkasının malından gözünü çekmeli. Şu anda yaşanan krizlerin sebebi neyse, onun tam aksi bir noktada durmalı. Hiç olmadığı kadar çıkarsız ilişkiler yaşamalı. Bu gerçekten insanı arındırıyor, uzak tutuyor her şeyden ve etrafımızda bulunan bir sürü kirli şeyi savıyor. Çok kolaylıkla birbirine sirayet eden durumlar var. Tepedeki adam bir şey yaptığında, aşağıdaki adam onun bin katını yapıyor. Ve bunu yaparken hiç utanmadan yapıyor bunu. Sen de bu ortamda diyorsun ki, benim temiz olmam lazım. İlişkilerini de o şekilde düzenliyorsun. Bir şey olduğu zaman hemen gidip konuşuyorsun. Böyle bir şey hissediyorum diyorsun sana karşı. Bu da hemen çözüme ulaştırıyor sorunu. İçten pazarlık, bir şeyi gizlemek… Bunlar, çok korkunç şeyler. Olmaması gereken şeyler. Her şey açık olmalı. Dinlerde de bahsi geçen bu değil midir zaten?”
Karşımdaki adam, ‘iyi insan olmanın formülünü’ açıklıyor bana ama farkında değil. Ona göreyse bu, yalnızca ‘mutlu olmanın formülü’. Demek ki mutlu olmanın yolu iyi insan olmaktan geçiyor. Bu kadar basit. Basit mi? Bir dakika. Bunları söylemek kolay ama yapması? Ali Atay, bu prensipleri hayatına taşımayı nasıl başarıyor? Hayal kırıklıklarıyla başlayan o yenilmişlik, pes etmişlik, yılgınlık ve nihayetinde karamsar boş vermişlik duygusunu nasıl bertaraf ediyor?
“Tek başıma değil, arkadaşlarımla başardım. Ekip dediğin şey, onun için var işte. Ben umudumu kaybetmeye başladığım anda, ekipten biri beni alıp çıkaracak. Ona bir şey olduğu zaman ben onu kaldıracağım. Birbirimize tutunmak zorundayız. Çok az kaldık. Birbirimize tutunmak zorundayız.”
Birbirinin zıttı iki his bıraktı bu röportaj bende. Bir şeyleri keşfetmiş olma sevinciyle; bir şeyleri ıskaladığımı fark etmiş olmanın getirdiği burukluğu aynı anda yaşadım. Ali Atay gibi iyi ve güzel bir adamı tanıdım… Eyvallah. Ama Ali Atay gibi kötüye karşı mücadelede silah arkadaşlığı yapacak dostlar olmadan hayatımda, geçip gitmiş ömür… Artık ben dahil, herkes kendi dalgasında. Derdin büyüğü bu. Ve anladım ki… Karamsarlığa, boş vermişliğe meyyalim vallahi dertten.
Esquire Mayıs 2014 sayısından alıntıdır.