Mehmet Güreli - Hayattan Ne Öğrendim?

69, Cihangir / Yazar, Yönetmen, Müzisyen, Ressam, Oyuncu

Giriş Tarihi: 04.09.2018 14:44 Güncelleme Tarihi: 04.09.2018 15:44

Röportaj Özge DİNÇ
Fotoğraf Kutup DALGAKIRAN

Ben beynimizin geçişli çalıştığını düşünüyorum; çok önemli bir şeyle ilgilendiğimiz sırada aklımızdan bambaşka bir şeyi geçirebiliriz. Ama hikâyeler böyle değildir; biz bu düşünce sistemini aktaramadığımız için çok düzgün hikâyeler anlatmaya çalışıyoruz.

Önyargı önümüzdeki en büyük engel ve ondan kolay kolay kurtulamıyoruz; onsuz bir şey düşündüğümüzü zannederken de aslında bizi o yönlendiriyor. Çıplak bakmayı, arınmayı öğrenmek önemli bir felsefedir. Bu sebeple çok az şeyle yaşayan Doğu filozoflarına ve Zen fikrine hep yatkın olmuşumdur. Çok fazla şey istemiyorum hayattan, olabilecek olan oluyor zaten.

Bir keresinde eşyamı azaltmak için kitaplarımı seçip dağıttım; sonraysa o kitapları yeniden bulmaya çalıştım. Hâlâ sahaflarda o kitapları arıyorum.

Cihangir'de büyüdüm; bütün hayatım iki sokak ve dört evde geçti. Büyüdüğüm evde dayım Salâh Birsel'le birlikte otururduk. Eve Behçet Necatigil, Sait Faik, Nermi Uygur gibi isimler gelirdi. O dönemin dünyasında bu işlerle uğraşanlar Beyoğlu'ndaydı. Sait Faik Burgazada'da yaşar, ama Beyoğlu'nda kimi, nerede bulacağını bilirdi. Biz de sonra bunu Çiçek Bar, Papirüs, Ece Bar'da sürdürmeye çalıştık, ama yavaş yavaş bitti. Birilerine rastlayacağım yerler olsa, özlediğim insanları görmeye yine giderdim.

Çok sevdiğim bazı yazarların hikâyelerini saklıyorum, hayatta sevdiğim bir şey kalmaz da sıkılırsam okumak için. Her şey canımı sıkabilecekmiş gibi geliyor. Mesela bir sinemacı ölünce diyorum ki, "Bir daha film çekemeyecek!" Bu benim canımı çok acıtıyor.

Bu yüzyıl geçen yüzyıl kadar zengin değil. Geçen yüzyıla müthiş kaliteli adamlar damga vurdu. O yılların daha zengin ve acıklı olduğunu düşünüyorum, ama bu çağda da acıklı hal devam ediyor.

21.15 bileti, Salâh'tan kalan bir şeydi. Salâh o zamanlar film eleştirmenliği yapıyordu; akşamları eve uğrayıp bileti masanın üzerine bırakır, sonra da alıp sinemaya giderdi. 21.15 seansı, daha okula gitmeyen bir çocukken kafama kazınmıştı.

Sinemayı Salâh'ın Fransızca sinema dergilerinden öğrendim. O zamanlar bütün dünya sinemayla ilgileniyordu, biz de her hafta ailece sinemaya giderdik. 17 yaşımda bir gün bir koli geldi, Salâh dergileri yollamış ve bir mektup yazmış, "Artık bu dergiler senin." diye.

Arkadaşlarla hangimiz daha çok film izleyeceğiz diye yarışırdık. Bir yılın 30 Aralık'ında Rahmi diye bir arkadaşım geldi, "Seninle bu yıl izlediğimiz filmler arasında az fark varsa bugün bütün seanslara girip arayı kapatayım; ama çok fark varsa söyle, yorma beni." dedi. "Bence hiç uğraşma!" diye cevap verdim.

İlk filmimi 10-12 yaşında sokakta çektim diyebilirim. Mahalledeki çocukların yarısını Kızılderili, yarısını kovboy yapar; tepeden aşağıya koştururdum. Yukarıdan izleyen ciddi takipçilerim vardı.

Çizgi roman, edebiyat, müzik ve sinemayla dolu bir evde büyüdük. Beni resme iten abim oldu; bir girdim, bir daha çıkamadım. Hikâye yazmaya iten de Salâh oldu. İnsanın hayatında böyle birkaç dostu olur, onlar senin hayatını biçimlendirir. Bazen de bir şey yaparsın; baban moralini bozar, bir daha eline almazsın onu. Tam tersi olduğu zamansa ona sıkı sıkıya sarılırsın. "Bu ne güzel bir hikâye!" diyen bir baba düşünsene. Hikâye okuyan baba kaldı mı?

Yetenek biraz da çalışma işidir. Fotoğraf çektiğinde en iyi fotoğrafçıları öğrenmezsen sen aslında ufkunu kendinle götürmeye çalışıyorsun demektir. Sanat, ustalarla gelişir.

Sinema da, edebiyat da, müzik de bende aynı derecede ağır basıyor. Hatta buna okumak ve yürümek de dahil. Ağırlıktan dibe çöktüm, diyeceğim yani. Hayatta her şey önemli. Çok parasız da olabilirsin, ama zeytinyağının iyisini seçmeye çalışan bir bakışın olabilir hayatta, olmalı da zaten. Ben de iyi film seyretmek, iyi resme bakmak isterim. Matisse, Rembrandt, Daumier gibi çok özel ressamlarım vardır; onlarla konuşur gibi hissederim kendimi.

Bergman, Mizoguchi, Ozu, Godard ve Truffaut'yu çok severim. John Ford, Hitchcock ve Tarkovski de severim. Bir dönem Türkiye'de basılmadığı için yedi sekiz senaryo yayımladım. Bu senaryoları Roza Hakmen gibi büyük çevirmenler çevirmişti. İyi senaryo okumadan senaryo yazılamayacağını düşünürüm.

Hayal ettiğim hayat, bir kitabı basıp evde oturmak değil; ama kitabı basınca zaten evde oturuyorsun. Hürriyet gazetesinde çalışırken Kent Basımevi'nden bir adam ay başında gelirdi, bütün maaşımı ona verirdim. Kısa film çekerken de Hürriyet'ten beş maaşımı çekip montaja gitmiştim.

Robinson Crusoe Kitabevi'ni kurduğumuzda yanımızdaki kuruyemişçi geldi, "Siz benim çok işime yarayacaksınız, ama ben sizin işinize yaramayacağım." dedi. Ben orada beş yıl kaldım; bir kez kızına ders kitabı almak için geldi, onu da biz satmıyorduk.

İnsan onu dinleyecek, okuyacak kitleyi düşünerek müzik yapmaz, yazı yazmaz. Yunan filozoflar neler neler yazdı… Cervantes'le kimse röportaj yapmadı mesela.

Defter tutmaya önem veririm. Gördüğüm filmleri, sevdiğim yönetmenleri yazdığım defterlerim var. Bir de yapmak istediklerimi yazdığım bir defterim... Salâh'ın sinema defterleri de bende.



Mehmet Güreli, ilkgençliğinden bu yana sinema defterleri tutuyor. Dayısı Salâh Birsel'in sinema üzerine tuttuğu defterler de onda.​

Avusturya Lisesi'nde okudum; okul 13.00'te biterdi. Koşa koşa 14.15 matinesine gider, ardından bir sandviç yiyip 16.30 seansına yetişirdim. Akşam eve iki film seyretmenin mutluluğu içinde gelirdim. Ben eğitimci olsam çocukları öğleden sonraları serbest bırakırım. Çünkü bu sistem benim harika bir çocukluk geçirmeme sebep oldu. Bertrand Russell da Aylaklığa Övgü kitabında bunu anlatır: Sen bütün gün çalışıyorsan zaten yorgunluktan bir şey yapamıyorsun. Ancak boş zaman dedikleri vakitle kendini geliştirebilirsin.

Jack London, sonradan Jack London olmuyor; zaten o. Yaşamak için çamaşırhanede çalışır, hikâyelerini posta puluyla gönderirdi. Çalışmazsa posta pulu bile yoktu. Kendini hayata hazırladı, zorluklar çekti ama boş ver demedi. Hayat çok zengin ve değerli; iyi değerlendirmek lazım.

Salâh dost bir adamdı. Ona gelip kitaplardan bahsettiğinde 40 yıllık arkadaşı olurdun. Onu bir tek kitapları, sinemayı, müziği seven insanları bulmak yaşatırdı. Tanıdığım en mizahçı adamdı. Uydurduğu düşünülen kelimeleri, Türk ve dünya edebiyatından bulduğunu söylemişti bana. Denemeleri 30-40 yıllık notlarla yazılmıştır; o kadar çalışmış ki, defterlerini gördüğüm zaman dudağım uçuklamıştı.

Kelimelere çok dikkat ederim. Hayatım boyunca kullanmadığım kelimeler bile vardır; kullanmadığım için hangi kelimeler olduğunu söyleyemeyeceğim. Bir kitapta o kelimelerden biri geçmişti, bir dipnot koydum, "Bizim evde bu kelime kullanılmadığı için yazamıyorum." diye.

Babam benim kahramanımdır. Çok yetenekli bir adamdı, ama bizi büyütmek uğruna bunlardan vazgeçti. Sıkılgan biriydi, ama Paris'te bir kıza âşık olunca beni oraya yollamak için arkadaşlarından borç aldığı bile oldu. O istediklerini yapamayınca benim içimde ukde kaldı, çocuk sahibi olmaktan kaçındım. İyi mi yaptım, kötü mü; zaman gösterir.

Paris'e gittiğimde dünyam değişti. Hemingway, Paris Bir Şenliktir'de şöyle der: "19 yaşında biri Paris'e giderse ondan sonra nereye gitse o duyguyla kalır." Sanki bunu benim için söylemiş. Havaalanından indiğim andan itibaren bir duvara çarptım sanki. Ben buranın adamıyım gibi bir duyguya kapıldım. '68 ruhu devam ediyordu; yolda Beauvoir'yla Sartre'ı kol kola görmüştüm. Artık nereye varmışsam, demek ki Nirvana'ya ulaşmak gibi bir şey bu, hâlâ o andaki heyecanım ve sevincim devam ediyor. Paris'ten aldığım şeyler, bana hayatım boyunca yardımcı oldu.

Geçmişi düşününce tuhaf bir şekilde akla sadece güzellikler geliyor. İnsanın çocukluğunun iyi geçmiş olması, bence en önemli şeylerden biri. O dönemde babam yaptıklarıma karşı çıkan bir adam olsaydı, bu kadar güzel şeylerden bahsedebilir miydim? Bana bunun tam tersini söyleyen insanlar oldu; hep çocukluklarındaki kötü şeyleri anlattılar. O yüzden çocukluğa çok önem veriyorum.



Mehmet Güreli'nin Salâh Birsel'in tek romanından yola çıkarak çektiği 'Dört Köşeli Üçgen' filmi, 27 Temmuz'da sinemalarda.​

Sanatın iyileştirici gücüne muazzam bir şekilde inanan biriyim. Sanatla bir kez haşır neşir olan insanlardan kötülük bile çıkmayabilir. Çok sevmeyeceğin bir karakter kitabında sana çok büyük mutluluklar verebilir. Onunla yaşıyoruz gibi geliyor bana; doğanın iyileştirici gücü, kuşların cıvıltısı da buna dahil. Ama oraya doğru senin de eyleme geçmen gerekiyor, bu karşılıklı bir buluşma, birlikte yükselebilmek. O yüzden de ilk resmimi sattığımda gözümden yaşlar gelmişti, kimseye anlatamamıştım bunu. Van Gogh hiçbir resmini satamadı, biliyor musun?



Odamda Seyahat diye bir kitap okudum, sonra 'Odamda Yolculuk' diye bir albüm yaptım. Pascal'ın bir cümlesi vardır, "Dünyanın en zor işi, bir insanın odasında yalnız kalabilmesi." der. Oda insanın kendisiyle baş başa kalacağı ve kendini geliştirebileceği en büyük hazine. Odaya çok büyük tutkum olduğunu söyleyebilirim.

Çalışmadığım bir an yok aslında; her gün resim yapıyorum, gitar çalıyorum, yazı yazıyorum, film izliyorum. Bu kadar işle uğraştığında zamanı da iyi kullanmak lazım, bu yüzden 12-15 saat uyuyacak halim yok. Uyumak da istemiyorum zaten, çok seviyorum bu işleri. Kalkıp şu filmi izleyeyim, diyorum.

Sen ne üretiyorsan osun; insanı tanımak bence üretmekle olur.

Bir işadamı Buñuel'e film yapması için para vermiş ve şöyle demiş: "Ben bu parayı sadece seninle karşılıklı şampanya içmek için verdim." Bizde daha temel şeyler olmadığı için bütünlük sağlanamıyor. Hâlâ son yüz yılın siyasi kavgası içinde kalmışız; bu yazar senden, bu benden kavgası var. Bir tane ortak değerimiz olsa belki ortada buluşacağız.

Takım tutmak bence insanlar için manevi bir destektir. Ben Galatasaraylıyım; Metin Oktayları, Lefterleri canlı seyretmiş, Metin Oktay'la bir gece kafayı çekmiş bir adamım. Takımın kazanmasını ve yenilmesini kabullenmek de insani bir şey. Bu olgunluğa erişmek gerekiyor.

Bu dünyayı çok iyi yapabiliriz aslında, ama çok azız.

İstediğin hayatı yaşamak çok önemli. Rad Bradbury'nin bir sözü var: "İstediğini yapmayan herkes hayatını boşa geçirmiştir." "Herkes bir gün ölümü tadacaktır." yerine bunu yazmak lazım her yere. Sevdiğin işi yapmak kadar insana iyi gelen bir şey yok. Bütün hastalıklar sevmediğin işi yapmak, sevmediğin yerde bulunmak, sevmediğin insanla yaşamakla ilgili. Bunların acıları iç sivilceyi çoğaltıyor, içerisi karmakarışık. İstediğin işi yapmazsan burayı hiçbir zaman temizleyemiyorsun. Tek düsturum bu benim.

BİZE ULAŞIN