Hollywood’un Sert Çocuğu

30 yıldan uzun bir süre ve 40’tan fazla film. Benicio Del Toro, kendi döneminin en heyecan verici aktörlerinden biri olarak ünlendi ve eski Hollywood yıldızları neslinin varisi sayılacak bir kariyer yaptı: Yoğun, tahmin edilemez ve son derece havalı. Yeni filmi ‘Sicario 2: Soldado’ ile hem CIA’den hem de kartellerden kaçan bir tetikçiyi oynuyor. Esquire, bu başına buyruk yıldızın zirvedeki haline tanık oldu.

Giriş Tarihi: 03.09.2018 15:49 Güncelleme Tarihi: 03.09.2018 17:03
Röportaj Alex BILMES
Fotoğraflar Simon EMMETT
Moda Editörü Jeanne YANG
Derleme Erkin ÇAM

Büyük bir adam o, güçlü ama İspanyolcada 'boğa' anlamına gelen soyadının aksine boğa gibi değil. Onda bir hüner, bir incelik var. Hafif adımlarla yürüyor, hızlı hareket etse de acele ediyormuş gibi görünmüyor. Biraz önce buradaysa şimdi şurada duruyor. Bunu nasıl yapıyor? Arkadan geliyor, yanınızda beliriyor, geldiği gibi yok olurcasına gidiyor. Bu yazı için Nisan ayında, Los Angeles'ta, üç gün üst üste onunla her buluştuğumda nerdeyse rüzgâr gibi geldi ve yine rüzgâr gibi geçti gitti. Nereden geliyordu, nereye gitti? Söylemek zor.



Benicio Del Toro, gençliğinde iyi seviyede basketbol oynadı. Ergenliğinde Porto Riko, Miramar'daki odasının duvarını en sevdiği basketbol oyuncularının posterleri süslüyordu. Hatta bir ara profesyonel bir basketbol kariyerini düşünebileceği kadar yetenekli olduğu ortaya çıktı. Oyunu çok bilmeseniz bile çok sinir bozucu bir rakip olacağını görebiliyorsunuz; sahanın görülmeyen kısımlarında oraya çıkan, aniden harekete dahil olan, yetenekleriyle kendisine hayran bırakan –fark ettirmeden pas veren, bir anda şut çeken– ve sayı kazanıldıktan sonra yeniden ortadan kaybolan bir rakip.



Basketbol konusunda bir kariyer yapmak yerine oyuncu olmaya karar verdi ve cıva gibi, sürekli şekil değiştiren performanslar ortaya koydu. Dramatik girişler hiç ona göre değil. Konuya yandan, fark ettirmeden giriyor, ilk başta fark edilmiyor, sahnenin köşesinde oluyor. Sonra bir numara yapıyor ve basketbolda dedikleri gibi: Sayı!

Beyazperdede 30 yılı aşkın sürede, az konuşan ve kararlı hareket eden adamları oynadı: Yoğun, sıkılgan, gizemli, yumuşak bir biçimde konuşan ve büyük silahlar taşıyan adamlar… Che Guevara ve Pablo Escobar oldu. Geçmişi karanlık sert adamları; uyuşturucu işine bulaşmış veya uyuşturucu ile 'savaşan' sorunlu polisler ve suçluları (bazen ikisi birden) canlandırdı. Ona bir bakın: Aşırı süslü bir düğün planlayıcı veya nazik bir masör olarak düşünebiliyor musunuz onu? Aslında insanlar onu bunlardan biri (veya ikisi de) olarak görmek için iyi para verebilirdi.



Birlikte üç film çektiği Sean Penn, onun için "sanatında önemli bir usta" diyor, "muhtemelen bir karakter oluşturma konusunda onun kadar yaratıcı olan kimse yok." Repliklerini kırpmasıyla, kendisine yeni replikler eklemesi değil; repliklerini kesip atmasıyla, konuşmasından çok aktörlüğüyle, karakterlerini vücut diliyle oluşturmasıyla, kendisini en az ses kadar jestleriyle de ifade edebilmesiyle tanınıyor. En ünlü performanslarında konuşmaya başladığında da ya İspanyolca ('Trafik', 'Che') ya da kendi uydurduğu bir dilde ('Olağan Şüpheliler') konuşuyor. Önemli değil. Bir kelime bile etmese bile niyetini anlıyorsunuz.




"O sanatında önemli bir usta," diyor Sean Penn, "muhtemelen onun kadar yaratıcı olan kimse yok…"
Benicio Del Toro'nun fotoğrafları, Esquire tarafından geçtiğimiz nisan ayında Hollywood, Los Angeles'ta çekildi.
Beyaz polo tişört ERMENEGILDO ZEGNA COUTURE



Gerçek hayatta da kesinlikle az ve öz konuşuyor. Ama ketum biri değil. Doğru ruh halinde ise gayet konuşkan olabiliyor: Düşünceli, sıcak ve komik. Ayrıca tam da tahmin edeceğiniz gibi karizmatik.

Bu yazı için onunla çeşitli yerlerde sohbet ettik: Batı Hollywood'daki Sunset Marquis Oteli'nin palmiye ağaçlarıyla korunan, yer yer güneşli, yer yer gölgeli bir köşesinde, Batı Los Angeles'ta evinin yakınında sık gittiği eski moda bir mahalle restoranında kajun soslu tavuk ve vitaminli meyve suyu ile öğle yemeğinde ve Esquire için fotoğraf çekimlerinin de yapıldığı bir Hollywood stüdyosunda, çekim aralarında.

Ama bunların hiçbiri Del Toro ile ilk buluşmam değildi. İlk buluşmamız, 17 yıl önceydi; 2001 yazında onunla New York'ta bir röportaj yapmış, Four Seasons Oteli'nin barında votka ve yabanmersini suyu içmiştik. O zaman da yükselişteydi, Steven Soderbergh'in 'Trafik' filminde zor durumda kalan bir Meksika polisi performansı ile kazandığı Oscar için tebrikleri kabul ediyordu (Hatta şık takım elbiseli, İtalyan asıllı ABD'li ağır abilerin oturduğu bir masa yanlarından geçerken onu alkışlamış, biri kalkıp Del Toro'nun elini sıkmıştı. "Muhteşem bir işti," demişti. Bu adam, E Street Band'in gitaristi ve 'The Sopranos'un yıldızı Steven Van Zandt'tı.)



Del Toro, ABD-Meksika sınırındaki uyuşturucu savaşının ortasında kalan duygulu, çelişkiler yaşayan adamları canlandırmaktan vazgeçmedi. 2015 yılının yürek yakan hit filmi 'Sicario'nun devam filmi olan 'Sicario 2: Soldado'da kartel patronunun emriyle karısını ve kızını öldürenlerden intikam almaya kararlı bir katili oynuyor (Alejandro Gillick).

Bu uzun zaman önceydi ve o günden sonra çok şey oldu. Dünya değişti. Ama bazı şeyler aynı kaldı. Ben hâlâ film yıldızları ile röportaj yapıyorum. O da hâlâ ABD-Meksika sınırındaki uyuşturucu savaşının ortasında kalan duygulu, çelişkiler yaşayan adamları canlandırıyor. 2015 yılının yürek yakan hit filmi Sicario'nun devam filmi olan 'Sicario 2: Soldado'da kartel patronunun emriyle karısını ve kızını öldürenlerden intikam almaya kararlı bir katili oynuyor.

Her ikimiz de pek bir ilerleme kaydedememiş gibi görünüyor olabiliriz, her ne kadar aradan geçen yıllarda ben pek bir şey üretememiş olsam da Del Toro'nun yaptığı işler –özellikle de uyuşturucu, uyuşturucu savaşları, bunların bireyler ve toplumlar üzerindeki etkileri söz konusu olduğunda– ciddi bir ağırlık ve güç oluşturdu ve durumun ne kadar karmaşık olduğunu ortaya koydu. Yine de benim zihnimde Del Toro, 2001 yılında tanıştığım o 34 yaşındaki aktör olarak kaldı: Robert Mitchum gözlerine sahip, çalışkan ve ışıltılı bir Hollywood aktörü, hayali bir arkadaşa veya kimsenin göremediği bir uçağa elindeki bayraklarla sinyal veriyor gibi görünmesine neden olan fiziksel hareketleri, tikleri ve jesttileriyle garip biçimde çekici olan bir haberci.

Size aptalca geliyor olabilir ama Del Toro o zaman beni ciddi biçimde etkilemişti, beni ve seyircileri etkilemeye de hep devam etti. Onu en iyi tanımlayacak söz 'cool' olabilir, çünkü o havalı bir herif: Hollywood'un sert çocuğu.

2010 yılında Sofia Coppola'nın çektiği ve iş dünyasını hicvettiği 'Başka Bir Yerde' filminden bir an hatırlıyorum; Benicio Del Toro'nun kamuoyuna yansıyan imajını ya da en azından benim hayranlık algımı ustalıkla gösteren bir an: Sunset Bulvarı'ndaki lüks ve bohem bir otel olan Chateau Marmont'ta geçen 'Başka Bir Yerde' filminin kahramanı; varoluşçu bir krize girmekte olan orta yaşlı, 'kötü çocuk' aktör, ruhsuz bir sefahat hayatı yaşamaktadır (Bu rolü yaşlanmakta olan bir 'kötü çocuk' aktör, Stephen Dorff oynamıştı.).

Bahsettiğim sahnede Dorff'un karakteri otelde bir asansöre biner ve kendisinden daha ünlü ve başarılı bir aktöre rastlar; Benicio Del Toro'ya. Toro, mavi bir blazer ceket ve 'California' yazısıyla süslenmiş, kirli bir beyzbol kepi giymiştir (Tamamen kişisel bir tahmin ama sanırım bu görünümü elde etmek için gardırobun önünde pek vakit geçirmemiştir.). Temkinli biçimde selamlaşırlar. Dorff'un karakteri bir şeyler bekler gibidir. Del Toro ise kendi kendine gülümsemektedir. Dorff'un karakteri Johnny ilk konuşan taraf olur.

Johnny: "Hey, merhaba."
Benicio: "Hey."
Asansör yukarı çıkmaya başlar.
Benicio: "Hangi odadasın?"
Johnny: "59?"
Benicio: "59'da Bono ile tanışmıştım."
Johnny (gülerek): "Öyle mi? Çok havalıymış."
Duraklama. "Görüşürüz."
Benicio (Görüntüden çıkar): "Rahat ol!"


Ne demek istediğimi anladınız mı? Alaycı, anlaşılmaz, sakin, yakışıklı, yaratıcılığı gösteren bir karmaşa içinde, korkutucu değil ama karanlık. Cool.

Bu elbette o değil. 'Başka Bir Yerde' filminin sonundaki listede 'kendisi' yazmıyor. 'Ünlü' yazıyor. Coppola ve Del Toro bizim Del Toro gibi ünlü bir Hollwood yıldızının hayatının nasıl olduğuna dair algılarımızla oyun oynuyor. Ama yine de…

"Dünyada uyuşturucu ve şiddet nedeniyle ölen insanlar olduğu için memnun olduğumu elbette söylemiyorum. Yer aldığım filmler, sonuçta kurgu. Bunların hepsi birer hikâye. Ben sadece kanatlarımı açıp uçuyor ve doğru yere konuyorum."

'Sicario'daki rol arkadaşına, 19 yaşından beri onu tanıyan Josh Brolin'e gerçekten de o kadar cool olup olmadığı soruyorum. Yoksa o da bizim gibi aptalın teki mi?

"Hepimiz aptalız yahu!" diyor Brolin. "Kimse gerçekten 'cool' değil. Ama öyle olduğu düşünülecek bir kişi varsa o elbette Benicio'dur."

Del Toro'nun geleneksel bir yanı var. Çok uzun olmayan bir süre önce karakter oyuncusu ile başrol arasındaki ayrım ortadan kalkmıştı ve alışılmadık, hatta garip adamlar, bir zamanlar kenara itilen dışarıdan gelmiş olanlar, kare çeneli erkeksi kahramanlara dair sarsılmaz ideallere uymadıkları halde (kare çeneli olsalar bile) sahnenin merkezini ele geçirmişlerdi. Del Toro, tam da o dönemden kaçıp gelmiş gibi.

60'lar ve 70'lerdeki 'Yeni Hollywood' yıldızlarından, geniş adamlardan (easy rider) ve öfkeli boğalardan ciddi biçimde etkilenmiş: De Niro, Pacino, Nicholson, Hoffman gibi adamlara benziyor. Bu adamlardan çoğu tiyatro eğitimi almıştı, oyunculuğu bir zanaat olarak, Marlon Brando ve James Dean'i eğiten hocalardan öğrenmişlerdi; Del Toro'nun hocası Stella Adler idi. Bu hocalar onlara metot oyunculuğunu öğretti: Tam bir doğallık elde etmek için yoğun performans çalışmaları yaptılar. Sadece işaret verilince sahneye giren, repliğini söyleyen ve hoş görünen adamlar değillerdi.



"Bu filmle gurur duyuyorum ama çok parlak bir iş olmadığını da kabul etmeliyim." Del Toro, bu sözleriyle, Johnny Depp ile oynadığı 'Vegas'ta Korku ve Nefret' (1998) filmini işaret ediyor. Yan sayfada ise 1995 yapımı 'Olağan Şüpheliler' filmindeki Fred Fenster rolündeki haliyle görülüyor.


Del Toro, başka yönlerden de geleneksel. Plaktan klasik müzik dinliyor. "Bunu çok rahatlatıcı buluyorum," diyor. Bu makale için ilk buluşmamızda blazer ceketinin altında bir Rolling Stones turne tişörtü vardı. Konuşma sırasında bu gruptan, The Clash'tan ve Beatles'tan birden çok defa bahsediliyor. Esquire fotoğraf çekimleri arasında en hareketli olduğu anlar Paul McCartney'nin solo performanslarının ne kadar küçümsendiğini tartıştığımız dakikalar: "'McCartney II' ne albümdü öyle!" Rock konulu Mojo ve Uncut dergilerine de abone.

Kitap da okuyor, kâğıda basılı kitaplar, eski kitaplardan ve daha da eski kitaplardan oluşan eklektik bir kitap seçimi var. Son keşifleri: Erica Jong-Uçuş Korkusu ve H.G. Wells.

Geçtiğimiz yedi ay boyunca bir TV dizisinde oynadı –Ben Stiller'ın yönettiği 'Escape at Dannemora'da 2015'te hapishaneden kaçış hikâyesi anlatılıyor (Ve Del Toro bir katili oynuyor.)– ama onunla sevdiğiniz dizinin son bölümlerini konuşamazsınız. O eski filmleri seyretmeyi seviyor.



"Oynadığım her karakterin hayatımı nasıl etkilediğini anlatabilirim. Yani deneyimlerimi, yetiştirilme tarzımı, bir insan olarak neler yaşadığımı… Oynadığım her rolde ilk başvurduğum yer orası, hayatımın ta kendisidir."

Brolin: "Ona diyorum ki, 'Son zamanlarda ne yapıyorsun?' Cevap veriyor: 'Eski filmleri izliyorum.' 'Yani dün eski filmleri mi seyrettin?' diye soruyorum, 'Hayır, geçen ay.' diyor. Üstelik gerçekten öyle yaptığına eminim. 40 gün kendini kapatmış, eski filmleri seyredip cips yemiş olabilir." Birlikte geçirdiğimiz zaman boyunca Del Toro telefonuna sadece bir defa bakıyor. O da saati öğrenmek için. Sosyal medyayı kullanıyor musun diye sorduğumda, gizli gizli İngiliz folk dansları öğrendiğini ima etmişim gibi bakıyor yüzüme. Facebook? Yine boş bir bakış. Twitter? Ne dediğimi anlamaya çalışıyor. Instagram? Cevap yok.

Kendi gençliğinde her şeyin daha iyi olduğunu iddia eden o kır saçlı huysuz ihtiyarlardan birine dönüşmek istemiyor. "Hayır! Babam hep öyle söylerdi! Bak, bugünle kavga edemezsin. Artık biz eskidik. Gençleri yargılayamayız. Gençler bizi yargılamalı!" Ama yine de… Birisi hakkında bir şeyler öğrenmek istediğinizde albüm koleksiyonunu kurcalayabilirsiniz.



Yün-ipek karışımı takım elbise ve gömlek DOLCE & GABBANA, güneş gözlüğü ve yüzük Del Toro'ya ait.

Biraz daha konuşunca cep telefonunun konuşmak dışında bir faydasını hatırlıyor. "Wikipedia!" diyor, ancak bizim gibi birbirine benzeyen insanların anlayacağından emin bir hayret içinde, onca bilginin ve hikâyenin parmak uçlarında olmasından heyecanlanarak. Eğer karakteri anlamamızı sağlayan şeyler ayrıntılarsa – filmler ve oyunlar (ve belki hatta Wikipedia) öyle olduğunu söylüyor — onun hakkında topladığım birkaç ayrıntı daha var. Eski, rengi solmuş bir Amerikan 4x4 kullanıyor, diğer otomobili de 70'lerin bir klasiği olan Ford LTD; babasının o çocukken sürdüğü otomobilin aynısı. ("Farklı bir sürüşü var. Alçaktan uçmak istiyor ve zemine yakın olmak istiyorsanız bu otomobili süreceksiniz. Şimdinin Amerikan otomobilleri," diyor üzülerek, "Hepsi birbirinin aynı.") Philadelphia 76ers beyzbol kepi ve gözlerini yandan da kapatan güneş gözlükleri takıyor [İlk tanıştığımız gün de Philadelphia 76ers tişörtü giymişti. Aynı tip güneş gözlükleri takmıştı bir de. Bir de bana bir Rolling Stones şarkısı söylemişti: 'Goats Head Soup' albümünden 'Doo Doo Doo Doo Doo (Heartbreaker)'.]. Dağınık sakalları grileşmeye başlamış. Saçları orman gibi sık. Garsonlara karşı kesinlikle nazik, röportaj yapanlara karşı da sabırlı.

Tek başına yaşıyor. "Her gece değil," diyor.

Kendini yalnız hissetmiyor mu? "Kendimi yalnız hissetmeye başladığımda uyuyup kalıyorum."

Bu ona uymayacak kadar ciddiyetsiz bir cevap. Yeniden düşünüyor. "Bugün insanlar tarihte hiç olmadığı kadar yalnız. Durmadan senin içine bir korku yerleştirmeye çalışıyor: 'Ah, çok yalnız kalacaksın,' diyorlar. Yalnız olmak istemiyorum. Kimse yalnız olmak istemez. Ama ben tek başıma olmayı biraz seviyorum galiba."

Hiç evlenmedi. Denemek istiyor mu? "Anlamıyorum, zorunlu değil."

Evlenmeye yaklaştı mı peki? "Âşık oldum. Evet, birkaç defa âşık oldum." Ama "Birisiyle bir ilişkiye başladığınızda ve âşık olduğunuzda korunmasız oluyorsunuz, kısa sürede dengeniz bozuluyor ve neticede her türden dram yaşanıyor; bu iyi bir şey değil."

Ama bazen evlenmiş erkek arkadaşlarını kıskandığını itiraf ediyor. Erkek kardeşi Gustavo evlenmiş, Benicio onlardan bahsederken ilişkilerini övüyor, birbirlerine destek olduklarını anlatıyor.

"Buna kapalı olmam aptalca," diyor. "Ama kendimi mutsuz hissetmiyorum. Değilim. Dengem yerinde, iyiyim."

Altı yaşında bir kızı var, adı Delilah. Çocuğundan gurur duyan her baba gibi o da konuşma boyunca ondan sıklıkla bahsediyor. Kızın annesi Kimberly Stewart; Rod Stewart ile onun ilk karısı Alana Hamilton'ın kızı.

Başka bir çocuğu olsun istiyor mu?

"Hayat bana 'asla' dememeyi öğretti," diyor. "Geleceğin ne getireceğini bilemiyorum. Kızımın annesi ile birlikte değilim ama onunla iyi anlaşıyoruz ve buna minnettarım. Ama bir çocuğum daha olursa onun annesi ile birlikte olmalıyım. Sadece bir çocuğum daha olsun diye çocuk yapamam. Bence bu doğru değil."

Delilah doğduğunda 44 yaşındaydı. Benicio daha önce baba olmadığı için mutlu olduğunu söylüyor. "26 yaşımdayken berbat bir baba olurdum. 26 yaşında! Her gece barlara, diskolara ve partilere gidiyordum. Her gece. Yirmili yaşların sonunda işler yoğundu, ama yine de her gün dışarı çıkıyordum. İnsanlar nasıl o kadar gençken evleniyor anlamıyorum. Yani aslında anlıyorum, ama çok zor olduğunu da görüyorum."

Genelde fark edilmesini engelleyecek kıyafetlerle gezse de –kot ceket, tişört, siyah pantolon, Adidas spor ayakkabı (klasik model)– buluştuğumuz günlerde parmağında aslan başı biçiminde büyük ve gümüş bir yüzük oluyor. Bakmam için bana veriyor. Avucumda tartıyorum ve parmağıma takıyorum. Bu zayıf yazar parmakları için fazla büyük bir yüzük. Yüzüğü kim vermiş ona acaba?

"Özel biri."

Kim olduğunu söyleyecek mi?

"Bazı şeyler sır olarak kalsın."

Peki, neyi temsil ediyor bu yüzük? Bir an duraklıyor, en lezzetli parçayı paylaşıp paylaşmamayı düşünüyor, sonra omuz silkiyor: Ne olacak ki?

"Çünkü bir sırtlan gibi acı acı havlamak istemiyorum," diyor, pençelerini kaldırıp yalvaran bir hayvan taklidi yapıyor. Sonra sesi kalınlaşıyor. "Ben burada oturmalıyım ve avım bana gelmeli, bir aslan gibi."

Bir duraklama daha. Ardından kocaman ve hırıltılı bir kahkaha geliyor, neredeyse oturduğu yerde yana devriliyor, yüzünde asimetasimetrik bir gülüş, omuz silkiyor. Bir boğa ya da aslan gibi değil, çizgi film kahramanı 'Değerli' gibi gülüyor.

Boğa, aslan, köpek… Durun, daha bitirmedik

Josh Brolin, 2010'da 'Kurt Adam' filminde de Del Toro ile karşılıklı oynayan (Kurda dönüşen adamı kimin oynadığını bilene ödül falan yok!) 'Sicario'daki rol arkadaşlarından Emily Blunt'ın bir sözünü aktarıyor. "Emily, onun büyük bir ayı gibi olduğunu söylüyor," diyor Brolin. "Öyle görünüyor. Erkek gibi erkek yani. Ama tanıdığım en tatlı adamlardan biri. İçi pasta gibi yumuşacık."

"Nerede doğduğumu ve nasıl bir dünyaya geldiğimi kontrol edemem," diyor Del Toro, Porto Rikolu olmasının kariyerini ne derece etkilediğini sorduğumda. "Ama oynadığım her karakterin hayatımı nasıl etkilediğini anlatabilirim. Yani deneyimlerimi, yetiştirilme tarzımı, bir insan olarak neler yaşadığımı… Oynadığım her rolde ilk başvurduğum yer orasıdır. Annem ve babamla başlıyor, sonra aile, sonra okul, din, batıl inançlar, kültür. Tam bir Porto Rikolu! Latin Amerikalı, İspanyol kökenli, aynı zamanda ABD'li. Tüm bunlar hayatıma koskoca bir damga vurdu."

Del Toro'nun annesi ve babası avukattı. Annesi Fausta, Porto Riko'nun başkenti San Juan'ın saygın bir ailesinden geliyordu. Babası Gustavo ise avukat olmadan önce ordudaydı, daha az seçkin bir geçmişe sahipti — "Taşra insanlarıydı," diyor oğlu; babası adanın diğer ucundaki San Germán'dan geliyordu.



Altta, Steven Soderbergh'in 'Che' adlı filminden (2018) bir kareyi görüyoruz. Elbette, Del Toro, efsanevi devrimciyi canlandırmıştı ki bu rolle aynı yıl Cannes Film Festivali'nden 'En İyi Aktör' ödülüyle dönmüştü. Yan sayfada ise ona Oscar'da 'En İyi Yardımcı Aktör' kazandıran 'Trafik' filminden bir kare var. Del Toro, filmde Meksikalı bir polisi canlandırmıştı.

Del Toro'nun çocukluğu, San Juan'ın eteklerinde küçük bir bölge olan Miramar'da geçti. Adada yaşayan meslek sahibi ailelerin oğullarının ve kızlarının gittiği prestijli bir Katolik okulu olan Meryem Anamızın Ebedi Yardımı Akademisinde okudu. Dokuz yaşında annesini kaybetti. Annesi bir süredir sarılık hastasıydı.

"Çocukluğum bir açıdan çelişkiliydi," diyor. "Mutsuz bir çocukluktu çünkü annemizin ölmek üzere olduğunu biliyorduk." Bir süre duruyor. "Biliyorum, hepimiz ölüyoruz. Ama annemizin çok hasta olduğunu ve kısa süre içinde öleceğini biliyorduk. Ama aynı zamanda eve neşe hakimdi. Annemin mizah anlayışı çok iyiydi. Başımıza gelen şeyi yok saymıyorduk ama bir yandan da hayatın tadını çıkarıyorduk. Çünkü hepimiz öleceğiz. İnsan bu düşüncenin içinde boğulabilir. Donup kalabilirsin: 'Hadi be, öleceğim.' Hiçbir şey yapmayabilir, ölümü bekleyebilirsin. Annem donup kalmadı, hayır. Annem çetin cevizdi."

Annesinin ölmesinin üzerinden 40 yıl zaman geçti. Onun ne kadar hatırladığını, onu ne kadar düşündüğünü merak ediyorum.

Bir zamanlar ünlü Japon film yapımcısı Kaneto Shindô ile tanıştığını anlatıyor. Shindô'yla 99 yaşındayken, ölmeden kısa süre önce konuşmuş: "75 yaşındayken annesinin hatırasına bir film çekmiş. Ona sordum: 'Bu bir şeyi değiştirdi mi peki?' 'Hiçbir şeyi değiştirmedi,' dedi. '99 yaşındayım ve hâlâ her gün annemi düşünüyorum.'" Del Toro için de aynısı geçerli. "Çok çılgınca. Çok ilginç. Gerçekten kutlanması gereken bir durum."

Porto Riko vatandaşları ABD'lidir, anakaraya istedikleri gibi gelip gidebilir. Ama Porto Riko, Orta Amerika gibi değildir.

"Oraya gittiğinde," diyor, "kendini başka bir ülkede gibi hissetmezsin, tamamen farklı bir kültürün içine girmiş gibi olursun. Dili, dini, tavırları, yemekleri, müziği, sanatı… Çok güçlüdür. Porto Riko eskidir. Uzun bir geçmişi ve İspanya üzerinden Avrupa'yla güçlü bağları, köleler nedeniyle üzerinde ciddi bir Afrika etkisi mevcuttur. Orada büyüyen bir çocuk Los Angeles'ta büyüyen yaşıtlarına göre muhtemelen çok daha fazla şeye maruz kalır."

Del Toro'nun babası disiplinli biriydi. Bir polisin oğlu olarak kendisi de zor bir çocukluk yaşamıştı. O da küçük yaşta annesini kaybetmişti. Ailenin erkekleri sertti. Benicio'nun büyük amcası, yani babasının amcası da bir polis ve korumaydı: Sokaklarda çatışmalara girmiş, düellolara katılmıştı. Benicio'nun bugün filmlerde oynadığı türden bir adamdı. Babası Benicio'ya 'Sicario'daki karakteri Alejandro'nun kendi amcasına benzediğini söylemişti (Meksika'da 'sicario' kelimesi 'kiralık katil' anlamında kullanılır.).

Benicio yürüyüşünü ve tavırlarını babasından almış: "Yerçekimine karşı koyma biçimimiz çok benziyor." İkisi de sporu seviyorlar –babası hiçbir basketbol maçını kaçırmamış– ama hep aynı fikirde değiller.

İki yaş büyük ağabeyi Gustavo kurallara uyuyordu, Benicio ise tam bir haylazdı. (Hâlâ çok yakın olduğu Gustavo da ABD'de aynı derecede başarılı oldu: Brooklyn'de bir hastanede bir doktor, başhekim, genel müdür yardımcısı; aynı zamanda da ders veriyor).

"Eğer onun gibi düşünmüyorsanız," diyor Del Toro babası hakkında, "o zaman sorun olurdu. Kızabilirdi. Komşular polis çağırma aşamasına gelirdi."

"Birçok defa şaplağı yemiştim," diyor Del Toro, "ama şaplağı yiyen tek ben değildim. Tüm arkadaşlarım yiyordu! O zaman öyleydi. Babam ya kemerini çıkarır ya da bağırıp çağırırdı."



"Vaftiz annem, benim için bir şanstı. Bana 'Büyük düşün.' diyen oydu." Del Toro, daha kısık ama tutkulu bir sesle fısıldıyor: "'Neden büyük düşünmüyorsun?'"

"Esas önemli olan şu," diyor, "sadece bunları yapsa ama yanımızda olmasaydı bu bir sorun olurdu. Ama her akşam yemeğinde, her kahvaltıda yanımızdaydı. Üstelik yüzde 90 o haklı çıkardı. Sanırım ondan ilgi görmek istiyordum ve bunu en kaba haliyle yapıyordum. İlgiyi de damarlarıma dek hissediyordum."

Anneleri öldükten kısa süre sonra Gustavo ve Benicio'nun babası yeniden evlendi. Ergenliğe ulaştığında genç Del Toro zorlanmaya başlamıştı.

"Annemi kaybetmiştim, babam yeniden evlenmişti, biraz depresiftim," diyor; "Kendimi hiç depresyonda hissetmedim, ama geriye dönüp baktığımda notlarımın düştüğünü hatırlıyorum. Bir topluluk içinde yaşadığınızda toplum sizi damgalamaya başlar. Ben de sınıfın şaklabanı olarak tanınıyordum."

Genç Benicio'nun hayatında birinci derece akrabaların dışında en önemli kişi belki de Sarah Torres Peralta'ydı. Başarılı bir avukat olan Peralta, annesinin yakın bir arkadaşı ve kendisinin de vaftiz annesiydi.

"Annemin ölümü sırasında yaşadığımız süreçte vaftiz annem de çok acı çekti," diyor Del Toro. "Ağabeyim ve benimle Sarah arasında yakın bir bağ vardı. Neler olup bittiğini sanırım babamdan çok daha iyi anlıyordu."

13 yaşına geldiğinde bir gün vaftiz annesi ABD'de bir okula transfer olmak isteyip istemediğini sordu. Kabul etti. Aynı gün uçağa atlayıp Pennsylvania kırsalında özel ve yatılı bir okul olan Mercersburg Akademisi'ne gittiler.

Torres Peralta ona bir şans vermişti. "Gittiğim okul pahalıydı. Faturaları o ödedi." Daha sonra iki kardeşin üniversite masraflarına da yardımcı oldu.

"Vaftiz annem benim için bir şanstı," diyor Del Toro. "Bana 'Büyük düşün' diyen oydu." Daha kısık ama tutkulu bir sesle fısıldıyor: "'Neden büyük düşünmüyorsun?'"

Her zaman komik biriydi. Çocukken Mick Jagger taklidi yaparak arkadaşlarını güldürürdü. Belki de Gustavo'nun kardeşini aktör olmaya yönlendirmesinin sebebi de buydu — Bu öneri ile karşılaştığında Del Toro çok şaşırmıştı. Annelerinin sanata ilgisi vardı, küçük oğluna resim sevgisi aşılamıştı. Babaları şiir okurdu. Tüm Del Toro erkekleri sinemayı severdi, özellikle Western'leri: John Wayne, Clint Eastwood. Genç Benicio evdeki projektör sisteminde büyük kuzeniyle birlikte seyrettiği 'canavar filmlerini' de seviyordu. Ama ailede kimse profesyonel bir sanatçı olmamış, ekmeğini sanattan kazanmamıştı.

Liseyi bitirdiğinde, Del Toro, ne yapması gerektiğini bilmiyordu: "Biraz tırsıyordum. Basketbol kariyerim… Tam olarak böyle bir şey yoktu. Resim okumak istiyordum. Resim dersleri aldım, ama…"

San Diego'daki California Üniversitesine kabul edildi. Ne okuyacağını bilmediği için anadal olarak işletmeyi seçti. UCSD'nin drama bölümünün ülkedeki en iyi programlardan biri olduğunu bilmiyordu. Neredeyse ani bir merakla bölüme yazıldı: "Bu kadar eğlenceli olması kafamı karıştırıyordu. Bir şeyi gerçekten yapmak istediğinde zorlanmak gerektiğini düşünüyordum."

Bir şekilde oyunculuktan zevk almaya başlamıştı. İşi kavradığını düşünüyordu. "Sanki bir mantığı vardı. Belki de yapmam gereken iş bu diye düşündüm." Bir yıl sonra San Diego'dan ayrılmaya karar verdi: "Ukalaydım." Amerikan tiyatro kariyerinde neredeyse zorunlu olduğunu düşündüğünden New York'a gitti ve şansını orada denedi. Beş ay dayanabilmişti. "Çok zordu, beceremiyordum, havlu attım ben de." Bu geçici yenilgiden sonra üniversiteye dönmeyi kabul etti. Los Angeles'a giderken tıp okuyan ağabeyini ziyaret etmek için UCLA'ya uğradı. Orada tanıştığı bir yetenek avcısı onu ünlü Stella Adler Oyunculuk ve Tiyatro Akademisinde bir denemeye götürdü. Hemen o gün kendisine tam burs teklif edildi.

Brando'yu ve onun gibi nicelerini keşfedip adını tarihe yazdıran Adler'le şahsen çalıştı. "Bir tür laboratuvar gibiydi," diyor. "Ben de ciddiye aldım. Bunu kendim için yapıyordum."

Santa Monica'da, okyanusa yakın, mutfağı bile olmayan ama Gustavo'ya yakın küçük bir evde yaşıyordu. İlk profesyonel çıkışını TV dizilerinde ufak rollerle yaptı. Düzensiz çalışıyordu. Tam umutsuzluğa düştüğünde bir iş geliyor ve bu motivasyon devam etmesini sağlıyordu: "Aldığım her role karşılık belki 300 rolü kaçırıyordum."

'La Isla Bonita'nın video klibinde otomobilin kaputunda oturan ve Madonna ile göz göze gelen oydu. 'Kanun Namına'nın bir bölümünde göründü. O bölümün adı 'Uyuşturucu Savaşları: Camarena Hikâyesi' idi. Josh Brolin, 1987 yılında onunla 'Private Eye'ın bir bölümünde birlikte oynadıklarını hatırlıyor, henüz ikisi de 20 yaşına gelmemişti. Brolin dizinin yıldızlarından biriydi, Del Toro ise konuk oyuncu.

"Gerçekten çok sıskaydı, tepesindeki bir tutam saç bir türlü yatmıyordu, Eraserhead gibiydi," diyor Brolin. "Sadece ikimizin oynadığı bir sahneyi hatırlıyorum. Otomobilim çalınmış ve geri verilmişti. Siyah bir Mercury 49'du, geri geldiğinde ise kanarya sarısıydı. Sinirlenmiştim. Sahnenin anafikri şuydu: Neticede otomobili geri aldın, mutlu olmalısın. Benicio'nun tek bir repliği vardı: 'Buraya bir daha asla gelme.' Ama o şöyle söyledi: 'Buraya… bir daha… asla… gelme.' 'Bu herif bir cümleyi amma uzun sürede söylüyor,' demiştim. Yani 'Cümleyi nasıl uzatıyor bu kadar?' Benden rol çalıyordu. Muhteşemdi."

Del Toro'nun ilk filmi 'Muhteşem Pee Wee'ydi. Bu filmde köpek suratlı çocuk Duke'u oynadı. 1989'da, 21 yaşında Timothy Dalton'un ikinci ve son Bond filmi olan 'Öldürme Yetkisi'nde ise pop gruplarını andıran kemik yapısıyla Kolombiyalı kötü kalpli bir suç ortağıydı. O zamana kadarki en büyük işiydi, Acapulco ve Mexico City'de geçen 16 hafta. İnanamayacağı kadar çok para almıştı: "Kırk bin! Deli bir para!" Kendisine güzel bir bavul aldı. "Evet efendim, seyahatlerimde de havalı olmalıydım."

Sean Penn'in 'Indian Runner' filminde oynadı. Jeff Bridges ile 'Korkusuz'da, Kevin Spacey ile 'Köpekbalıklarıyla Dans'ta karşııklı oynama fırsatı buldu. Ama asıl ünlenişi 1995'te 'Olağan Şüpheliler' ile oldu: Bu gergin, çözülmesi zor yeni kara film birçok olağanüstü karakter oyuncusunu bir araya getirmiş ve stiliyle de film seyircisinin ilgisini çekip büyük gişe yapmıştı.

Göbek deliğine kadar açık, kırmızı ipek gömleği ve smokini ile Del Toro'nun canlandırdığı Fred Fenster profesyonel bir suçluydu ve kendine ait bir ritmi vardı. 'Pezevenk' yürüyüşü ve caz tarzı konuşması ile farklıydı ve Brando'nun Don Corleone için alt dudağının arkasına pamuk doldurmasından beri en havalı konuşma özrü ondaydı. Tıraş edilmiş kaşları, soluk teni ve kuzguni siyah saçları ile sessiz film döneminin Latin matine idollerine benziyordu. Neredeyse Japon gibi konuşuyordu, kesinlikle İngilizcenin anadili; hatta ikinci dili olmadığını gösterir şekilde. Bir sahnede "Sizi ters yüz eder," diyordu. "Cidden ters yüz eder."



"İyi malzeme bulmak zor. Elbette gelen işlerde oynayabilirim ama insan kendi seçimlerini yapabilmeli. Bir aktör olarak çok fazla şeye bağımlısın. Bir bakış açın veya bazı tercihlerin varsa seçici olmalısın. Beklemelisin."


Bunların hiçbiri senaryoda yoktu. Ama yönetmen ve diğer aktörler onu içgüdülerine güvenmesi konusunda cesaretlendirdi.

"Riske girdim," diyor o günlerden bahsederken; "Oyunculuk sınıfında böyle şeyler yapıyordum. Ama filmlerde değil. Sanırım kendimi prodüktöre beğendirmeye çalışıyordum. Fazla sosyaldim, belki de işime konsantre olmuyordum. Sonra birden 'Hey, belki de bu herif oyunculuk yapmayı biliyor!' dediler."

Prodüksiyon sırasında bir süre sinirleri bozuldu: "Yaptığım şeyin saçma olduğunu düşünüyordum. Kafamın içinde bir ses: 'Sen salaksın, sen bir şaklabansın,' diyordu. Ben de 'Yapamam, yapmayacağım,' diyordum. Ben de çıktım ve bunları çıkarıp attım, sadece repliğimi söyledim. Çok kötü olmuştu. Bir aktör olarak ne zaman çok iyi olduğunuzu bilemezsiniz; ama ne zaman kötü oynadığınızı anlarsınız. Bunu yapmam gerekiyordu, çünkü yapacak başka bir şey yoktu."

"Çekimlerin bittiği gün, bir tür bebek depresyonuna girdim. 'Kendimi aptal durumuna düşürdüm,' dedim. 'Bu çok aptalca olacak. Ne yapacağım ben?' diyordum."

Ama 'Olağan Şüpheliler', büyük gişe yaptı ve kült bir film oldu. "Orada bir şey öğrendim. Bir seçim yapıyorsanız ve buna kendinizi adarsanız, bundan şüpheye düşmemek gerek. Kimse işe yarayıp yaramayacağını bilemezdi. Ama işe yaradı. İşe yaramasaydı 'Bak şu oğlana,' diyeceklerdi, 'rol yapıyor aklınca'"

Artık büyüklerin liginde oynuyor ve onlarla karşılaştırılıyordu: "John Malkovich, Mickey Rourke, Andy García, Willem Dafoe, Sean Penn, Daniel Day-Lewis, Gary Oldman: Bu adamlar bir film çektiğinde onları izlemeye gidersiniz. Ben de o kulübün kapısını çalıyordum. İçeri girmek için türlü numaralar yapıyordum."

İlerlemeler ve gerilemeler oldu, hatta pılını pırtını toplayıp başka bir işe girmeyi düşündüğü bile oldu, ama Del Toro artık kendi yolundaydı. 'Olağan Şüpheliler'den sonraki yıllarda Julian Schnabel'in çektiği Basquiat biyografisinde Basquiat'ın arkadaşı Benny Dalmau performansı ile ödül kazandı. 'Fanatik' filminde bir beyzbol yıldızını canlandırdı ve Robert De Niro ile karşılıklı oynadı. Hatta Alicia Silverstone ile 'Bagajdaki Melek' adlı bir romantik komedide bile oynadı.

"Beyazperdede görüldüğünde gülmekten yere düşüyordum," diyor yakın arkadaşı Josh Brolin, 'Star Wars: Son Jedi' filminde sahtekâr bir DJ olarak en karakteristik ve en sıra dışı performanslarından birini sergilemesinin ardından.

Daha sonra Terry Gilliams'ın Hunter S. Thompson'ın karşı kültür klasiğinden adapte ettiği cesur yapım 'Vegas'ta Korku ve Nefret'te Johnny Depp'in uyuşturucudan sersemleşmiş avukatı Dr. Gonzo oldu. Cesur bir adanmışlık ve yoğunluk gerektiren bir performanstı –sonuçta filme dâhil edilmeyen sahnelerde kolunda sigaralar bile söndürmüştü– ve bu film neredeyse kariyerini yoldan çıkarıyordu. Hakkında bir sürü söylenti çıktı: Çılgındı, zordu, uyuşturucu kullanıyordu: "O filmle gurur duyuyorum, ama film battı. Üstelik tam anayola girmişken yeniden sürgün edildim."

'Cameos'un ardından Guy Ritchie'nin çektiği 'Kapışma' ve daha sonra da Jack Nicholson ile oynadığı Sean Penn'in dramı 'The Pledge' geldi. Ama 2000'deki 'Trafik', onu bugünkü durumuna kavuşturan film oldu. Belki de en çok bu filmle hatırlanacak. Bu filmde pilot gözlükleri ve süet botlarıyla, Javier Rodríguez-Rodríguez adlı Meksikalı bir polisti ve her tarakta bezi vardı: Ordu, karteller, ABD'liler. Olağanüstü düzeyde kapsamlı ve etkileyici bir performanstı. Canlıydı, duygusaldı ve bir kurt kadar çekiciydi.

'Trafik' sayesinde yeni ve iyi işlerin onu bulması kolaylaşmıştı. Alejandro Gonzales Iñárittu'nun yönettiği rahatsız edici bir film olan '21 Gram'da yeniden doğmuş bir sabıkalıydı ve başına gelen bir kaza nedeniyle ciddi bir travma geçirmişti. 'Günah Şehri'nde psikopat Jackie oldu. 'Yitirdiğimiz Şeyler' filmindeyse Halle Berry'nin oynadığı, en yakın arkadaşının dul karısı ile bir ilişkiye başlayan bir keşi oynadı.

2008'de Steven Soderbergh'in inatçı iki bölümlük epik filmi 'Che'deki performansı ile Cannes'da 'En İyi Aktör' ödülünü kazandı. Hediyelik dükkânındaki tişörtlerden tanınan ve bir azize dönüştürülen devrim ikonu yerine Benicio'nun Ernesto Guevara'sı bir askerdi, doktordu, pipo düşkünüydü, astımlıydı ve ödün vermez bir gerilla lideriydi. Çok kontrollü bir performanstı: Asla gösterişçi olmayan, dikkat çekmeye çalışmayan, merhametsiz, ağırbaşlı, inatçı.

Her ne kadar kulağa biraz tuhaf gelse de Del Toro, bir sanatçı olduğu kadar eğlendirmeyi de seven bir adam. Popüler provokatörlerin filmlerinde (Oliver Stone'un 'Vahşiler' filminde kokain çeken bir kartel tetikçisi olarak), çok eleştirilen ve sevilen yönetmenlerin yapımlarında (Paul Thomas Anderson'ın modern 'Gizli Kusur' filminde) ve ticari gişe fatihi filmlerde (iki Marvel filminde koleksiyoncu olarak) ufak rollerde de görünüyor. Geçen yıl 'Star Wars: Son Jedi' filminde sahtekâr bir DJ olarak en karakteristik ve en sıra dışı performanslarından birini sergiledi. Son derece sinsi performansı, geçmişteki eksantrik rollerinden de esintiler taşıyordu.

Arkadaşı Brolin de bu rolünü çok sevmiş. "Beyazperdede görüldüğünde gülmekten yere düşüyordum, çünkü settekilerin ona nasıl tepki verdiğine dair öyküleri dinlemiştim. Bir etki yaratmak için yapmamıştı elbette, ama yeni nesil [aktörler] bakıp şöyle diyor insana: 'Tam olarak böyle mi yapacaksın? Neden ki?' Şimdi artık tek yapmanız gereken A noktasından B noktasına yürümek ve repliğinizi söylemek. Ama Bennie'nin kafası ne zaman böyle çalıştı ki? A noktasından B noktasına yürü ve repliğini söyle? Asla olmaz. O böyle biri değildir. O göründüğü anı doldurur. Her zaman yapmaya çalışılan şey budur zaten: Zorlama bir görüntü vermeden anı doldurmak. Bunu yapabilecek yeteneğe sahip olmak, fark bu işte…"

Del Toro, olağanüstü filmlerden oluşan ciddi bir özgeçmiş oluşturdu ve akranlarının saygısını kazandı. Yine de, diyor, bu çoğu zaman kolay olmadı.

"Bir iş bulmak hep zordu," diyor. "Hâlâ da zor. İyi malzeme bulmak zor… Elbette gelen işlerde oynayabilirim ama insan kendi seçimlerini yapabilmeli. Yazar veya ressam olduğunda durum farklı, ama filmleri tek başına yapmıyor insan. Bir aktör olarak çok fazla şeye bağımlısın. Bir bakış açın veya bazı tercihlerin varsa seçici olmalısın. Beklemelisin."

'Sicario 2: Soldado'da tabancayla yaptığı şeyi tarif ederken "Parmakla yapılan o acayip şey," diyor Del Toro. O sahnede karakter, bir uyuşturucu kaçakçısını şehirdeki bir caddenin ortasında tabancasını çok hızlı biçimde ateşleyerek infaz ediyor, bunu yaparken de sağ elinde tuttuğu tabancanın tetiğini sol elinin orta parmağıyla seri biçimde harekete geçiriyor. Bunu nasıl yaptığını YouTube'da yayımlanan fragmanda görebilirsiniz.

Bu numarayı kendisi mi icat etmiş? Bunu sormama neredeyse alınıyor: Bir yerlerinden sihirli şeyler çıkarmadığını söylüyor. Yaptığı her şey gerçek hayattan geliyor.

"Uzun zaman önce birinin bunu yaptığını görmüştüm. 25 yaşında falandım. Poligonda yanımdaki biri yapmıştı. Ben de 'Vay anasını!' demiştim. Bunun hakkında konuşmuştuk. Çünkü böyle yaparsanız hiçbir şeyi vuramazsınız. Bir filmde çift tabancalı birini görüyorsunuz ya, o adam hiçbir şeyi vuramaz. Silahlardan anlayan biri bunu yapmaz. Ama filmde yaptığım şeyi yakın mesafeden yapabilirsiniz. Bunu ilk gördüğümde 'Eh, bu bir sirk numarası. İşe yaramaz,' demiştim. Ama yakınsanız bu numarayla karşınızdakinin vücudunda bir sürü delik açabilirsiniz."

Tehlikeli görünüyor. Ama cüretkârlığımı hoş görürseniz havalı da, öyle değil mi? "Havalı, evet." diyerek kabul ediyor.

Bu konuda endişeleri var mı? "Elbette, bu konuda endişelerim var! Sana ne söylememi istiyorsun? Bu konuda endişeleniyorum. Çocukların bir silah sahibi olmaya özenmesine neden olabilir böyle şeyler."

Suç, her zaman Hollywood'un ekmeği, suyu oldu. Dram çelişkidir: Suç da bunu sağlar. Seks, ölüm, şiddet, para, güç, hırs, şehvet, intikam, aşk ve nefret, iyi ve kötü. Her dönemin kendisini yansıtan suç filmleri vardı, ucuz heyecanlar için kendi öcülerini yarattılar ve bazı durumlarda insanın kusurlu doğasındaki ayrıntıları keşfettiler.

İçki yasağı döneminde, 1930'lu yıllarda, gangster filmleri modaydı. James Cagney ve Edward G Robinson gibi yıldızlar vardı. 1940'larda Hollywood'un karanlık filmleri ortaya çıktı: Bogart'ın buruşuk pardösüsü ve baştan çıkaran, ölümcül kadınlar. 1950'lerde ABD, Western'lerle kendi geçmişini işlemeyi denedi. Del Toro ise uyuşturucu savaşı filmlerinin James Cagney'si, John Wayne'i. 1990'da 'Uyuşturucu Savaşları: Camarena Hikâyesi' ile başlayan serüven 2018'de 'Sicario 2: Soldado' ile devam ediyor.

Popüler eğlencelere çok fazla anlam yüklemek istemese de Del Toro 'Sicario' ve devam filmini havalı çatışma filmlerinden fazlası olarak görüyor. 2015'te yayımlanan ilk film cesur ve orijinal bir gerilimdi ve kısa süre önce 'Blade Runner 2049'la karşımıza çıkan yetenekli Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve'un eseriydi. Görüntü yönetmeni, Coen Biraderler'in gözdesi olan Britanyalı Roger Deakins, senaristi ise günümüzün popüler Hollywood yazarlarından biri olan Taylor Sheridan'dı. 'Hell or High Water' ve 'Kardaki İzler' gibi filmleriyle tanınan Teksaslı Sheridan tek başına Western'i 21. yüzyıla taşıdı. 'Sicario'da Emily Blunt ABD-Meksika sınırındaki gizli operasyonlar dünyasına itilen dürüst bir FBI ajanıydı. Josh Brolin başına buyruk bir ajan, Del Toro ise gizemli bir tetikçiydi.

Tüm iyi Western'ler gibi 'Sicario' da belirsizlikler ve gizemler içeriyordu: Kim iyi adam, kim kötü adam? Patlamalar, pusular, kara camlı jiplerden oluşan ve çölden büyük bir hızla geçen konvoylar. Espriler, dehşet verici keşifler ve korkutucu çelişkilerle doluydu, aynı zamanda John Ford'u hatırlatan kuru çöl sahneleri ve Sam Peckinpah'ı gururlandıracak ölçüde kanlı çatışmalar içeriyordu.

Buruşmuş takım elbise ve uzaklara bakan kısık gözleriyle Alejandro için uyuşturucu kaçakçılarıyla olan savaş, gayet kişiseldi. Sessiz, uzak ve titizdi; ayrıca tekin değildi, ama insandı da: Blunt'ın oynadığı travmatik çaylağa nazik davranıyordu. Ama bir misyonu vardı ve acı konusunda bir uzman olduğu bize gösteriliyordu. Bir sahnede Brolin'in canlandırdığı hevesli CIA ajanı Alejandro'nun sulu sorgulama tekniklerini görmemek için sorgu odasından çıkıyordu. Başka bir sahnede ise parmağını ıslatıp bir adamın kulağına sokuyordu. Bunlar ileri teknoloji işkence yöntemleri sayılmazdı.

İkinci filmin ulaşması gereken çıta çok yüksekte duruyor. Üstelik Villeneuve, Deakins ve Blunt olmadan. 'Sicario 2: Soldado' ilk ikisinin yerine mükemmel TV dizisi 'Gomorrah' ile şiddet içeren suçlara aşina olan İtalyan yönetmen Stefano Sollima ve güneşin parlaklığı altında kaybolan manzaraları ve gece çatışmalarını halletmesi için Ridley Scott'ın favori görüntü yönetmeni Dariusz Wolski'yi getiriyor. Blunt'ın karakteri ise çoktan amacına ulaştığı için artık yok.

Çok fazla ipucu vermek istemiyoruz ama ikinci filmin geri çekilip kuralına göre oynadığını düşünmeyin. 'Soldado', şiddet açısından ilk filmi ikiye katlıyor. Bir süpermarkete yapılan intihar saldırısı, Afrika Boynuzu'nda gökten uçarak gelen komandolar, din temelli çatışmalardan kaçanları ABD sınırının ötesine geçiren Meksikalı kaçakçılar ve –belki de en az garibi– insan kaçırma ve devlet destekli cinayetlere kalkışan ABD'liler.

Kasıntı kovboy sporcu Brolin, çok havalı replikleri iştahlı biçimde kullanıyor ama yine de filmin merkezindeki figür, Alejandro. Yine suskun, yine gizemli, ama senaryonun sunduğu bir fırsat Del Toro'ya karakterini geliştirme, onun ifadesiyle 'canavarın içindeki ahlakı' ortaya çıkarma fırsatı sunuyor.

"Uyuşturucuya her açıdan yaklaşan rollerde oynadım," diyor espressosunu yudumlarken. "Uyuşturucu kullanan adam oldum, uyuşturucu satan adam oldum. Hayatta kalmaya çalışan polis, 'Senin işini bitireceğim.' diyen adam oldum. Uyuşturucu kullandığında kontrolden çıkan ama diğer zamanlarda işini yapabilen adam bile oldum."

"Bu karakterlerin bundan daha fazlası olduğunu düşünmeyi, uyuşturucu dışında da çeşitli seviyelerde filmler olduğunu düşünmeyi seviyorum. Gangster filmleri, Western'ler, bunlar müthiş yazarlar sayesinde büyük potansiyellere sahipti. Büyük tiyatro yazarlarının açtığı dramatik yollar onlarda da vardı."

"Uyuşturucu filmi," diyor, "yeni bir şey değil. 1983'teki 'Yaralı Yüz', ondan önce 'Kanunun Kuvveti', daha da önce 'Altın Kollu Adam' vardı, daha önce başka örneklerini de görmüştak." Bu sorun çözülene kadar da insanlar bu konuda filmler çekmeye devam edecek. Üstelik sıradan insanlar değil: En iyi yazarlar ve yönetmenler.

"Dünyada uyuşturucu ve şiddet nedeniyle ölen insanlar olduğu için memnun olduğumu söylemiyorum," diyor, "bu sayede Sunset Marquis'e gelip portakal suyu içtiğimi, kanatlarımı çırptığımı, İngiltere'deki hoş bir dergiden gelen insanlarla konuştuğumu söylemiyorum. Ama doğru zamanda doğru yerde olduğum için mutluyum."

Bir sonraki işinin ne olacağını bilmiyor ama 'El Padrino' ya da vaftiz babası (The Godfather) olarak tanınan ve ABD'de gerçek bir Kübalı mafya babası olan Josè Miguel Battle Sr.'ın hayatını anlatan bir kitaptan uyarlanan 'The Corporation' filminde oynayabilir. Diğer yandan Taylor Sheridan üçüncü 'Sicario' filmi üzerinde çalışıyor. Bununla ilgilenebilir mi diye soruyorum, İlgilenebilirmiş.

Bir defa olsun bir komedide başrol oynamak istemiyor mu?

"Romantik bir film," diyor.

Evet! Romantik film. Mükemmel. Belki mütevazı, sıradan; takım elbise içinde kurumsal hayatta kaybolan, bir ofiste çalışan ve Volvo kullanan biri olur. Faturaları ödeyen, çöpü dışarı çıkartan, kuru temizlemeciden giysileri teslim alan, kilosu için endişelenen ve…

Elini kaldırıp beni durduruyor.

"Sıkıldım," diyor.

Hey, dur, beni bir dinle! Aşırı süslü bir düğün planlamacısına veya nazik bir masöre ne dersin?

Çok geç. Ortadan kayboldu bile.



Uzun kollu polo tişört BRUNELLO CUCINELLI
Fotoğraf Asistanı: Kurt MANGUM
Dijital Tekniker: Drew SCHWARTZ
Saç & Makyaj: Natalia BRUSCHI

BİZE ULAŞIN