Dan Brown’un 2013’te yayınlanan “Inferno” isimli romanı Ron Howard tarafından sinemaya uyarlandı. Vizyon tarihinden önce, basın mensupları için ayarlanan gösterimde filmi izleme şansı buldum. Hayatın anlamını buldum mu? Gelin hep birlikte bakalım. 13 yıl önce ortalık yıkıldı. Elden ele, dilden dile dolaşan kitap ülkemde de çok okundu. Ben de okudum. Sayfalar arasında dolaşırken soluğumun kesilmesini severim. Beni heyecanlandıran kitap, Vatikan’ı ayağa kaldırdı. Sonuçta roman İsa’nın soyunun devam ettiğine dair verilerle doluydu. Vatikan çareyi kitabın okunmasını yasaklamakta buldu. 2006’da filme koşarak gittik. Önce Russell Crowe’a teklif edilen, aktörün kabul etmediği Profesör Langdon rolünü Tom Hanks başarıyla icra etti. Audrey Tautou ve Jean Reno da muazzamdı. Benim için “Da Vinci Şifresi” aksiyonu, Hristiyan alemini, sanatı ve İtalya’yı izlediğim tatlı bir seyirlik olarak kalacak. 2006’da vizyona giren “Da Vinci” şifresinde Ron Howard yönetmen koltuğundaydı. Film Türkiye’de 2006 yılının en çok izlenenleri listesinde 3'üncü sırada yer aldı. Aslında yazarın Da Vinci’den önce yazdığı kitap 2009’da sinemaya uyarlandı. Dan Brown bu kez çağımızın en popüler örgütü İllüminati’ye atarlanmıştı. Bu kez macera daha karanlık, sahneler daha cüretkardı. Simgebilim uzmanı Robert Langdon’un yanında bir başka güzel aktris Ayelet Zurer boy gösterdi. İşte bu iki filmi düşünerek gittim yeni işin basın gösterimine. Beklentiyi ölçülü bir oranda tutmaya çalıştım. Yine de maziyi hasretle anmaktan kendimi alamadım. 2009’da vizyona giren “Melekler ve Şeytanlar” filmini yine Ron Howard yönetti. Film “Da Vinci Şifresi” kadar konuşulmadı. Dan Brown yeni romanının bir bölümünün İstanbul’da geçeceğini açıkladığında herkesi bir heyecan aldı. Yazar İstanbul’a geldiğindeyse, çocuğu okul birincisi olan bir anne kadar gururlandık. Yazacağı şehri gezmesi kadar doğal bir şey yoktu aslında. Büyüttük de büyüttük. Neyse roman 2013’te basıldı. Yazar bu kez Dante’nin “Cehennem”inden yola çıkıyor, dünyanın geldiği hali, o betimleme üzerinden anlatıyordu. Sonunda o gün geldi. Heyecanla oturdum sinemadaki koltuğuma. Giriş sahnesi beni avucuna aldı. İnsan nüfusunun nasıl arttığını, dünyanın ne hallere düşeceğini anlatan filmin görece kötü adamını canlandıran Ben Foster zaman zaman konudan uzaklaşmama neden oldu. Saçı ve sakalı kızıl, sinirlendiğinde kırmızı bir forma bürünen bir adamdan bu denli hoşlanmış olmam, onun başarılı oyunculuğunun mu, benim müzmin yalnızlığımın mı sonucu bilemedim. Hızlı bir kurguyla başlayan film, Dante’nin cehenneminin tasvir edildiği rüya görüntüleriyle devam etti. Profesör Langdon’un rüyasındaydık. İrinli suratlar, ters dönmüş kafalar, kırık kollar, bacaklar... İyiydi. Sonuçta cehennem tatlış bir şey olmadığından, alabildiğine korkunçlaşabilirdi. Yine de teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, gerçek cehennem hissini veremedi bana. Gidip geldiğimden değil tabii ki, çok efekt koktuğundan. Ron Howard’ın bir kez daha yönetmen koltuğunda oturduğu filmin görüntü yönetmeni diğer iki filmde de çalışan Salvatore Totino. Tom Hanks, üçüncü macerada da bilginin ışığıyla şifreleri çöze çöze sonuca ulaştı. Hiç ağır yaralanmadı. Koştu da koştu ama acıkmadı, susamadı. Bir ara kahve istedi, neyse ki! Bizde Kara Murat, onlarda Robert Langdon. Zaten Tom Hanks’i bu karaktere anca oturttum kafamda. O kadar ince işin peşinde koşarken, durup çok saçma bir şey söyleyecekmiş gibi geliyor. O ciddiyete sığdıramıyorum onu. Ben onu hep Forrest olarak sevdim, öyle hatırlıyorum. 60 yaşındaki Tom Hanks bir kez daha Profesör Robert Langdon karakteriyle beyazperdede boy gösterdi. Tom Hanks’in yol arkadaşı mutlaka kadın ve mutlaka çekici olmalıydı. Tabii ki eski bir numara bu. Haklılar da. Mesela 33 yaşındaki İngiliz oyuncu Felicity Jones’u izlemek, aksanlı konuşmasını dinlemek büyük keyifti. Tom Hanks’in İtalya’nın dar sokaklarında polisten ve katillerden kaçarken sergilediği kabız olmuş yüz ifadesini izlemek bazen sıkıcı geliyordu. İşte o kriz anlarına kendine has güzelliğiyle Felicity Jones yetişti. Felicity Jones, filmde Langdon'un kaçışına yardımcı olan doktor Sienna rolünde. Konuşa konuşa bitiremediğimiz İstanbul sahneleri, filmin son 15 dakikasında karşıma çıktı. Kilit noktası, dünyanın kurtuluşu ve daha birçok ehemmiyet arz eden meseleler İstanbul’da çözüm bulacaktı. İstanbul bir şehir, üstelik çok güzel bir şehir. İstanbul’la ilgili bildiğimiz yanıldığımıza yetmez. İçinde böylesine büyük medeniyetler barındırmış bir şehrin bu filme konu olması kadar normal bir şey olamaz bence. İlk sahnede şehri kuş bakışı gördük. Sonra biraz İstanbul Üniversitesi, daha çok Yerebatan Sarnıcı. Ağızda eksik tat bırakan sahneler. Tam tadını alacakken biten şeker gibi. Biraz ondan biraz bundan gibi. Tabii bu sadece benim görüşüm. Sevgili Atilla Dorsay “Bu film sayesinde insanlar İstanbul’a koşa koşa gelecek ve turizm yeniden canlanacak” dedi. Ne taraftan baktığın önemli tabii ki. Yerebatan sahneleri, mekanın da atmosferinden olacak, ilgi çekiciydi. Zaten diğer sahnelerin İstanbul’da çekilmediği, Tom Hanks’in İstanbul’a hiç gelmediği yönündeki açıklamalar şaibesini koruyor. Eleştirmenlerin ortak görüşü “Inferno”nun en iyi Dan Brown uyarlaması olduğu yönünde. Yanı sıra Ron Howard’ın artık rüştünü ispat ettiğini de söyledi birkaç isim. İstanbul sahnelerini yeterli gören de, başörtüsü vurgusunun yapıldığını söyleyen de oldu. Benim için aksiyonu bol bir seyirlikten öteye gidemedi. İstanbul’u en güzel gösteren filmleri biz çekiyoruz zaten. Biraz İtalya, biraz Tom Hanks, biraz sanat görmek isteyenler için film 14 Ekim’de vizyonda.