Barbenheimer, 21. Yüzyılın Senaryosu mu?
27 Temmuz 2023
1 / 3
Barbenheimer, 21. Yüzyılın Senaryosu mu?
Çekimlerinin ilan edildiği günden beri kitleleri heyecanlandıran, aylardır vizyona girmesi beklenen iki büyük Hollywood yapımı "Barbie" ve "Oppenheimer" sonunda sinema salonlarına gürültülü bir giriş yaptı. Peki kafa kafaya çekişiyor izlenimi veren ve konuları birbirinden apayrı bu iki filmin buluştuğu bir nokta var mı?
Evet, var:
Bir yanda feminist aktivizmi beyazperdeye taşıyan Greta Gerwig, diğer yanda günümüz teknolojisini reddeden, eski tip bir hayat yaşamayı tercih eden ve nesnelliği beyazperdede büyütüp süsleyen Christopher Nolan. Bu iki aktivist ruhun, reklam odaklı ve altı boş bir senaryoya "Action!" diyeceğini düşünmek, biraz toy bir düşünce sayılabilir. Çünkü aynı gün vizyona girdikleri için internette "Barbenheimer" ismi verilen fenomenin üstüne büyüteç tutulduğunda "21. yüzyılın senaryosu" ibaresi kolaylıkla okunuyor: Bir yanda yükselen feminist farkındalık ve tüketim toplumu, bir yanda yükselen militarizm.
2 / 3
Barbie’nin Değil, Kapitalizmin Pembesi
1959 yılında Ruth Handler, kızı Barbara'nın adını taşıyan "Barbie" isimli oyuncak bebeği tasarladığında koca bir yüzyılın güzellik standartlarını altüst edeceğinden haberdar mıydı bilinmez, ancak söz konusu bebek gerçekten de çıta belirleyici bir kapitalizm oyuncağı olarak tarihe geçti. Oyuncak bebek olmasından ötürü; özenli sarı saçları, ince beli, uzun bacakları ve kusursuz (!) yüz hatlarıyla baby boomer nesli de dahil olmak üzere, sonra gelen iki üç kuşağın kız çocukları, medyaya taşınmış Barbie bebek standartlarının mükemmel olduğunu düşünerek büyüdüler. Barbie'nin toz pembe gözlüklerinden hayata bakarak kusursuz görünümün mutlu bir hayata aracı olacağına inanarak hayallerini şekillendirdiler çoğu kez. Kapitalist sistemde bu standartlar, çeşitli sektörler aracılığı ile satışa sunuldu hatta. Peki kız çocukları "Barbie" gibi görünmüyorlarsa gerçekten de çirkin miydi?
21. yüzyılda işte bu soruyu sormaya başladık hep beraber. Belirli bir standart ile uyuşan ölçülerimiz yoksa yetersiz miydik?
Üstelik sorgulama devam ettikçe, sorular şekil değiştirdi, arka sıralardan da sesler duymaya başladık. Böylelikle, 1960'lı yılların son parçaları itibariyle feminist aktivizm boy gösterdi.
Greta Gerwig, işte "Barbie"de bu noktaya değiniyor. Barbie bebeğin dünyasına inerek, kapitalizmin kurduğu yapay düzeni Barbie bebeğin gözünden beyazperdeye aktarıyor.
"Barbie Her Şey, Ken Sadece Ken..." Bu Ne Demek?
Ancak filmle ilgili can alıcı bir nokta daha var: Film afişindeki "Barbie her şey, Ken ise sadece Ken" ifadesi.
İlk bakışta kafaları karıştıran bu ifade, filmin ilk yarısında Barbie'nin dünyasında kadınların yükseltilmesi ve erkeklerin yan rolü üstlenmesi ile günümüz cinsiyetçiliğinin tam tersi bir dünyayı gösteriyor izleyiciye. İkinci yarıda Ken, gerçek dünyaya adım atmasıyla birlikte patriarkiyi, yani erkek egemen bir toplumun varlığını keşfediyor. Gerwig'in değinmeye çalıştığı nokta, aslında burada izleyiciyle buluşuyor. Ken'in Barbie'nin pembe dünyasında gölgede kalmış kişiliği, Barbie'nin onun fark etmesini sağlamakla uğraşıyordu; gerçek dünyanın erkek egemen toplumunda ise durum tam tersiydi, erkekler sırf erkek oldukları için kadınların uğraş vermesi gereken birçok konuda daha kolay ve olumlu sonuç elde edebiliyorlardı.
Filmin sonlarına doğru anladık ki, Gerwig bu iki durumun da dünyayı absürt bir dengesizliğe itmesinin üstünde duruyor. Ne erkek egemen ne de kadın egemen bir toplulukta insanlığın mutluluğu yakalaması mümkün görünüyor. Çünkü yaşadığımız şu dünyada her kesimin, varlığını ortaya koymaya hakkı var. Greta Gerwig cinsiyet eşitsizliğini "Ya durum şöyle olsaydı?" diye sorarak eğlenceli ve renkli bir parodi tadında beyazperdeye aktarıyor "Barbie"de. "Barbie her şey, Ken sadece Ken" sloganı da aslında bütün bu durumun eleştirel bir ifadesi.
3 / 3
Müziği Duyabiliyor musun, Oppenheimer?
Bir tarafta I. Dünya Savaşı'nda yenilmeyi sindirememiş tehlikeli bir totaliter lider, diğer tarafta bu tehlikeyi daha tehlikeli bir oyunla bastırmaya çalışan Batılı liderler. Uluslararası siyaset tarihinde, tarih kendini tekerrür eder. Christopher Nolan, 1939'da patlak veren ve sonu felaketle biten bu siyasi durumu J. R. Oppenheimer'ın bakış açısından beyazperdede incelemeye alıyor ve insanlığa bir nevi uyarıda bulunuyor.
Oppenheimer, siyasi figürler tarafından donanımından yararlanılmak istenen başarılı bir fizikçi olmasının yanında, duygusal çalkantılar yaşayan bir kişi. Nolan, filmde bu gerçeğe değinerek modern tarihin miladı niteliğindeki atom bombasının tasarımına imza atan Robert Oppenheimer'ın pişmanlığını işliyor.
Filmde bununla ilgili pek çok metafor mevcut. Bunlardan ilkinde Oppenheimer, laboratuvar çalışması sırasında kendisine alaycı bir tavır sergileyen öğretmeninden hırsına yenik düşerek intikam alma hevesine kapılıyor ve öğretmeninin masasında duran elmaya siyanür enjekte ediyor. Ancak yaptığı yanlışın pişmanlığından içi içini yiyor ve ertesi gün elma kimseye zarar vermeden ondan kurtulmaya çalışıyor. Bu kez laboratuvara girdiğinde karşısına yalnızca öğretmeni değil, Niels Bohr çıkıyor. Atomun yapısının anlaşılması üzerine uzun araştırmaları bulunan Bohr, henüz öğrenci olan Oppenheimer'a fizik çalışmalarına istinaden "Müziği okuyabiliyor musun diye sormuyorum, Oppenheimer. Müziği duyabiliyor musun diye soruyorum. Müziği duyabiliyor musun, Oppenheimer?" diyerek ilerleyen yıllarda ortaya çıkacak büyük felaketin sonuçlarına âdeta atıfta bulunuyor.
Amerikan Prometheus'u
Nolan'ın Oppenheimer senaryosununun ilham kaynağı, Kal Bird & Martin J. Sherwin'in Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenheimer'ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü isimli biyografisi. Yaşamının ilerleyen dönemlerinde Hinduizm felsefesiyle yakından ilgilendiği bilinen Oppenheimer, komünist âşığıyla olan bir sahnede âşığının kendisine uzattığı Sanskritçe kitaptan şu cümleleri okuyor: "Ben şimdi ölüm oldum, dünyaların yok edicisi." burada metaforik olarak referans verilen Prometheus'un hikâyesi ise şöyle: Yunan mitolojisinde insanoğlunun zayıflığına üzülen Prometheus, Olympos dağlarından Athena'nın ateşini çalar ve insanlığa bunu nasıl kullanacaklarını öğretir. Zeus, ateşi çaldığı ve insanlığa indirdiği için Prometheus'a çok öfkelenir ve onu çok uzaklara gönderir. Bu sayede metal işçiliğinin başlatıldığı söylenen mitolojik hikâyenin baş kahramanı Prometheus, bilim ve kültür ile ilişkilendirilir. Christopher Nolan, Prometheus'u, Oppenheimer olarak izleyiciye sunuyor.
Paradokslar İçinde Bir Hayat
J. R. Oppenheimer, bir Alman Yahudisinin oğlu. Modern tarihinin akışını değiştiren bir bilim insanı olarak dikkat çekmesinin tek nedeni atom bombasını tasarlayıp geliştirmesi değil. II. Dünya Savaşı'nın hırslı totaliter lideri Hitler'i durdurma amacıyla geliştirilen Manhattan Projesi'nin başına getirilen, Batı Bloku'na yardım eden, komünizme sempati duyan ve kendini Amerikalı saymış bir bilim insanı. Böylesine çelişkili bir kimliğe sahip olduğu için Amerikan savunmasının en önemli projesinin, en önemli ismi olarak anılırken bir yandan da casuslukla suçlanmış bir kişi.
Gözü dönmüş totaliter lider Hitler'i durdurmak amacıyla geliştirilen atom bombasını tasarlayan ve komünizme sempati duyan bir Yahudi olarak "detanté" politikasının ortaya çıkmasına sebep olacak, bir savaşı bitireyim derken 50 yıl sürecek Soğuk Savaş'ın başlangıcını ateşleyecektir.
Filmdeki en can alıcı sahne belki de bir bilim insanı olduğu halde siyasete yakinen ilgi duyan Oppenheimer'ın, politik dinamiğin bilimsel ahlaktan uzak olduğunun farkına vardığı, başkan Truman ile yaptığı görüşmeydi. Kahramanımız, testi geçen bombayı Truman'a sundu ve iki Japon şehrini yok eden hazin sondan sonra vicdan azabı içinde izleyici karşısına çıktı. Yaşadığı pişmanlığı Truman'a açtığında ise Truman'ın son derece soğu kanlı bir tavır takınması, günümüzdeki dünya siyasetinin militarist tavrına selam verir nitelikte.
Her İki Film de Görülmeli
21. yüzyılın temelindeki ideolojileri ana hatlarıyla sanatsal çerçeveden izleyiciye aktaran ve sinema sektörünü yeniden hareketlendiren bu iki yapım kesinlikle görülmeye değer.