Ayın röportajı: Mete Horozoğlu

Ekranların dizisi “Kayıp”ın Mehmet’i; yani Mete Horozoğlu’ndan bahsediyorum. “adam gibi adam”, “insan gibi insan” tanımlarını sonuna kadar hak ettiğine inandığım; kadınların “karizmatik”, erkeklerin “başarılı” oyuncusu ile hayat denilen senaryodaki rolünü konuştum.

18 Ekim 2013
Takvimin, 1975 yılının 11 Ekim' ini gösterdiği gün, kuru soğuklara artık iyiden iyiye hazırlanmaya başlayan Ankara'nın Keçiören semtinde oturan bir aileye yeni bir fert katılır. Yedi ve üç yaşındaki küçük ablaların, artık bir erkek kardeşleri vardır. Kauçuk atölyesi sahibi baba ile ev hanımı olan anne, Horozoğlu soyadını devam ettirecek olan tek evlatlarına Mete adını verir.

Siz bakmayın, o yıllarda Ankara'da yaşadıklarına. Aslen, Bursalılar. Hatta Yugoslav göçmeniler. "Birbirini çok iyi tanıyan, aynı kültürde yetişmiş iki ailenin çocukları annem ile babam. Köy kökenli oldukları için, hayatımızda öyle spazm yaratacak ebeveynler hiç olmadılar…" diyerek anlatıyor anne ve babasını, Mete Horozoğlu. Kadın egemen bir ailede yaşadıkları için, hemen, ailedeki samimiyet derecelerini soruyorum. "Evet. Kadınlar arasında büyüdüm, diyebilirim. Büyük ablam, kelimenin tam anlamıyla bakıcımdı; 'küçük anne'lik yaptı bana. Hâlâ da öyledir… Babam, klasik bir aile babası. Bizler uyuduktan sonra eve yorgun argın gelir, uyandığımızda da çoktan işe gitmiş olurdu. Buna rağmen, ilişkimiz her zaman sıcacıktı. Öyle aman aman disiplinli ya da otoriter bir baba hiçbir zaman olmadı. Oyunumuzu da oynardık, eğlencemizi de yapardık. Tanısanız, şen şakrak bir adam olduğunu görürsünüz zaten! Çekince, anne tarafından. Her zaman evde olduğu için, onun 'Haylazlık yapmaya devam edersen seni akşamleyin babana söylerim.' lafı, beni frenleyen tek şeydi. Bir de tabii evdeki trafi ği yöneten kişiydi, annem. Sokağa çıkmak da eve girmek de onun kontrolündeydi. Ama yine de özgürdük…" diye anlatıyor ailesini; anlattıkça daha da ışıldayan masmavi gözleriyle.

İlkokul yılları, Keçiören'in tepeliklerinde koşturarak geçen Mete Horozoğlu'nun hayatı, konservatuar yıllarına kadar gezmekle devam etmiş. Ankara'dan sonra önce Yalova, ardından da İzmit, Karamürsel ve sonra yine Ankara arasında mekik dokumuş, deyim yerindeyse. Tam bu esnada, hayatı boyunca kendini sınırlandırılmış hissetmediğini öğreniyorum. "Ne yapacağım ya da gelecekteki yıllarda hayatımı nasıl şekillendireceğimi çok kafama takmadım açıkçası." diyerek özetliyor, hayatın getirdikleriyle yetindiğini. Daha ilkokul sırasında küçücük bir öğrenciyken yaz tatillerinde çalışmış olması, bir anda onu "küçük adam" hâline getirmiş zaten. Mahallenin küçük simitçisi de olmuş, oturdukları apartmanın altındaki eczanenin çırağı da.

Kendi çapında kazandığı ekonomik özgürlüğü, muhasebe bölümünde öğrenci olduğu lise yıllarında da devam etmiş. O dönemiyle ilgili, Mete Horozoğlu, şöyle diyor: "Ekonomik özgürlüğümü daha ilkokul çağında kazandığım için, bunu çok net bir şekilde aileme de hissettirdim. Eve katkıda bulunmaya başladığım dönemde, kendi kararlarımı daha fazla alır hâle gelmiştim. Tabii ki, aldığım kararlarda her zaman aileme de danışıyordum ama bu sadece fi kir almaktan ibaret oluyordu."

İzlediğiniz dizi film ve filmlerdeki performansı, sizi yanıltmasın. Hiçbir zaman çalışkan bir öğrenci olmadığını itiraf ediyor, Horozoğlu: "Muhasebe departmanında okuduğum için, üniversite yolu da ek puanlar sayesinde otomatikman muhasebe bölümüne çıktı." Ama yine de sıkıntı büyük. Muhasebe ile bir türlü yıldızları barışmamış. Bakmış olmuyor, o yıllarda Ankara'da gazetecilik yapan büyük ablasının yanına gitmeye karar vermiş, her şeyi ardında bırakarak.

Bu arada büyük ablasını anlatırken, bir başka heyecanlanıyor. Gönlündeki yerinin bir "farklı" olduğunu hemen anlayabiliyorsunuz. "Ablam, eşittir annem. Benim yetişmemde çok büyük emeği vardır, büyük ablamın." cümleleri de bunu kanıtlamıyor mu zaten. Okul yok, oyalanacak bir meşgale yok… Genç Mete, genlerinde taşıdığı çalışkanlığı, bu kez kendini, o yıllarda Ankara'nın ilk ve tek olan McDonald's'ı ve Pizza Hut'ının elemanı olarak göstermiş (Bunu duyunca, hemen araya girip; hiç "Ayın Elemanı" olup olmadığını sordum. Bir müddet düşünüp, maalesef olamadığını söyledi.). Ama eleman olarak çalıştığı her iki noktada da kasiyerlik de yapmış, "soğuk oda"larında kola da doldurmuş. "Bakmayın eleman olarak çalıştığımıza; ağır ve sıkı eğitimler alırdık. 'Çalışmadan nasıl durulur?' sorusuna bir cevap veremem mesela! Bir de o çalışma temposu, bana çok iyi geldi. Ne yapacağına kendin karar verme gibi bir özgürlüğünüz oluyor. Hatta, hiç ihtiyacı olmamasına rağmen çocukluk arkadaşım Sinan bile benim gibi çalışmaya başlamıştı." diyerek anlatıyor, o yılları, Horozoğlu. Sinan, halen görüştüğü en yakın arkadaşlarından biri bu arada. Belki de, Mete Horozoğlu'nun hayatını etkileyen isimlerin başında geliyor (Bunu da, akabinde anlattığı hikâyeyi dinledikten sonra anlıyorum.).

Sohbet sırasında Mete Horozoğlu'ndan dinlediğim hayat hikâyesi, artık gözümde daha net olarak şekillenmeye başlıyor… Başarılı oyuncu, sözlerine, şöyle devam ediyor: "Çalışmak, çok genç yaşlarda çalışmak; insanın hayatında önünü görebilmesini, hatta hamur gibi şekillendirebilmesine yardımcı oluyor (Burada, bir parça durup susuyor; gözleri dalıyor…). Ama bir yandan da siz ne kadar şekillendirirseniz şekillendirin; hayatın koca bir yalan olduğunu da görüyorsunuz. Hayatın aslında bambaşka planları olduğunu sonradan anlıyorsunuz. Benim bunu anlamam; tiyatro bölümüne girmemle oldu."

Bu arada; o dönem aynı evi paylaştığı dostu Sinan, Ankara'dan Antalya'ya taşınmış. "Ankara'da yakın bir arkadaşınızla aynı evde oturmak, çok farklıdır. İstanbul ya da diğer şehirlerdeki gibi değildir. Ev arkadaşından ziyade, artık kardeş gibi olursunuz. Sinan, Antalya'ya gittikten sonra dayanamadım, bir hafta sonu yanına gideyim, dedim; gidiş o gidiş! İki günlüğüne diye gittiğim Antalya'da, tam iki yıl kaldım. Sinan da orada farklı bir hayat kurmuştu kendine; otellerde animatörlük yapıyordu. Ben de çalışmaya başladım ve bir süre hayat bu şekilde devam etti." Ama sonra, bir gün, ilk defa gelecek kaygısına düştüm. Askerlikti, yarım kalan üniversite derken; Ankara'ya geri dönmeye karar verdim. Muhasebe okuyacaktım…" diyerek en yakın arkadaşı Sinan ile yaşadığı Antalya dönemini anlatıyor, Horozoğlu.

İşler, Ankara dönüşünde de pek iyi gitmemiş bu arada. Muhasebe bölümüne devam etme planları, suya düşmüş. İki yıl boyunca uğranmayan üniversite kapısı, duvar. İşsiz ve okulsuz genç adam, sabahtan akşama kadar evde sadece "durmaya" başlar. O günlerde sabahtan akşama kadar Anadolu Ajansı'nda çalışan büyük ablanın da dikkatini çeker, bu durum. Hatta o da ilk defa yakışıklı kardeşinin geleceğinden endişe duymaya başlar… "Duruyordum ama içimden bir ses de 'Yok, yok. Olacak bir şeyler. Hayat bir şekilde yoluna girecek.' diyordu." diye anlatarak, hayatta insanın çok fazla da kendini yıpratmaması gerektiğini öğütlüyor başarılı oyuncu. "Her şeyin bir zamanı var. İnsanların, bir şeyler 'illa olsun' diye diretmeleri bana çok saçma geliyor. Senaryo, zaten hazır. Çok fazla kurcalamaya gerek yok. Düşünsenize, önünüzde beş milyar tane başrol oynanan bir hikâye var. Arkamızdaki geçmişler ve önümüzdeki gelecekler ile o rakam daha da artıyor. Ben işte bu noktada, senariste çok inanıp güveniyorum." diyen Horozoğlu'na, bu kez kaderci olup olmadığını soruyorum.

"Evet. Kadercilik olarak kabul edebiliriz bunu. Bazen buna insanlar, bıyık altında gülüyor; biliyorum. Hep takıldıkları nokta da bu oluyor zaten. 'Kader varsa, ben ne yapıyorum, benim beynim niye var öyle ise?' ya da 'Beynim bilincim var ise kader nedir?' diye sorguluyorlar. İkisini birden kabullenebileceğimiz geniş gönüllülüğe, bir türlü ulaşamadık. Bunu ben, işime dönüp baktığımda görebiliyorum. Senaryoların karakterlerine büründüğüm zaman, anlayabiliyorum meseleyi. Mesela; bundan önceki dizim 'Öyle Bir Geçer Zaman Ki'de, senaristler aslında Soner'in ne yaşayacağını biliyordu. Ama Soner'i canlandıran olarak ben, Soner'in başına neler gelecek, bilmiyordum. Hayatta da bunu yaşıyoruz. Bu bana, dışarıdan kendime bakmamı sağlıyor. Sonuçta, önceden yazılmış bir "hayat" dediğimiz senaryo var ve bizler de bir şekilde yönlendiriyoruz." diyerek yanıtlıyor beni.

Çok fazla plan program yapmak da hoşlandığı bir şey değil Horozoğlu'nun. Nereden mi biliyorum? Şu cümlelerden: "Herkes şöyle dönüp bir kendi hayatına baksın. 'Planladığım her şey gerçekti mi?' diye bir sorun kendinize. Ya da çok istediğiniz bir şey oldu mu? 'Oldu.' yanıtını veriyor, bazısı. Oldu da, hayırlı mı oldu hayırsız mı oldu sonra başına kötü bir şey mi geldi, orası bilinmiyor. Bence materyalizm, kadercilikte yatıyor. Kaderciliğin, hayatta daha net bir durum olduğunu düşünüyorum."

Hazır, hayatlarımıza şöyle bir dönüp bakarken; geriye doğru baktığında tamamlamak istediği ya da yarım yamalak kalmış bir şeyler olup olmadığını soruyorum. Hiç tereddüt etmeden, yanıtlıyor sorumu: "Hayır. Hiç yok. Keşke şöyle olsaydı, böyle olsaydı diyebileceğim bir şey yok. Çok da geriye dönüp bakan bir adam değilimdir açıkçası. Ne olmuşsa, olmuştur. Yapacak bir şey yok."

Çekimler esnasında, karşımda çok eğlenceli bir adam var. Peki, hayatla kavgası var mıdır bu adamın… Genetik olarak kökenlerinden kaynaklı bir ruh hâli olduğuna inanıyor. "Çabuk yükselen biriyimdir. Bir rivayete göre; soyadımız da oradan geliyor: Bir 'horozlanma' durumu, çabuk heyecanlanma." diyerek özetliyor kendisini.

Hayatta en dayanamadığı şey ise, haksızlık. Konuyla ilgili şöyle diyor: "Haksızlığa karşı ciddi bir alerjim var. Bu toplumsal olaylar için de geçerli, bireysel durumlar için de. 'Hak' ile bir derdim olduğunu biliyorum. İnsanın yumuşak omurgalı davranış biçiminden de hoşlanmıyorum, bu arada. İnsan ilişkileri ile ilgili birinin gücü olup da o gücü kullanarak dayatması beni sinirlendiriyor."

Bu arada aklıma, "Hayatta genellikle nelere dikkat edersiniz?" diye sormak geliyor. Soruyorum da. Önemsediği ilk şeylerden biri, insanları kırmamaya çalışmakmış, ikincisi de birilerinin kendi hakkında kötü bir zanna kapılması. Soruma cevap vermeye devam ediyor, Horozoğlu: "Bu konuda ne kadar başarılı olabiliyorum, bunu bilmiyorum. Aslında gündelik ilişkilerimde, belli bir samimiyete geldiğim insanları bilerek kırdığım da oluyor. Ki, anlasın onu niye kırdığımı. Sonra durup düşünüyorum… Bu şekilde de olsa, öğretici taraf ben olmamalıyım. Evet, karşı taraf kötü bir davranış sergiliyor olabilir ama yine de nobran bir insan olmamak gerekir."

Hem yakışıklı hem başarılı olacaksın… Hayatı geçtim, sokakta bir "ünlü" olarak yürümek zor olmuyor mudur diye meraklanıyorum bu kez. "Ünlü müyüm ben?" diye yanıtlıyor beni, "ünlü" oyuncu. "Benim ünlü olmak ya da olmamak gibi bir derdim yok. İş bu, iş. Hayat bana böyle bir meslek edindirdi, ben de yapıyorum. Ona bakarsanız; babalık da bir iş. Evlatlık da, arkadaşlık da. Ben de işimin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Oyuncu olarak, 'Bu adam işini iyi yapar.' dedirtmeye çalışıyorum. Bunun dışında geriye kalan her şey, kaderle alâkalı." diye de devam ediyor.

Yaşlar kaç olursa olsun, hayatta hepimizin kendi payımıza çıkardığı dersler, cebimize attığımız birtakım deneyimler var. Mete Horozoğlu, 38 yıllık hayatından neler çıkarmış kendisine… Artılar çoğalıyor bu arada, fedakâr bir koca olduğunu da anlıyoruz, şu cümleleriyle: "Öğrenme işi, sadece okul sıralarında değil, hayat okulunda da devam ediyor. Ben kendi payıma; iyi biri olabilmeyi ve kendi isteklerimi azaltıp karşı tarafı daha iyi hissettirmeyi öğrendim. Kendinden ödün vermek… Bunu en çok eş durumunda hissediyorsunuz."

Dünya evinde üç yılı devirdiler; 17 aylık oğulları Ali de katıldı, bu süreçte aralarına. "Evlilik zor zanaat değil mi?" diye soruyorum hemen. Cevabı şöyle: "Şimdilik her şey yolunda gidiyor. Evlilik, çok garip bir denge. Ama o denge bir kez oturdu mu, gerçekten mükemmel bir yaşam olduğunu da anlıyorsunuz. Hani derler ya, 'Ruh eşimi buldum.' diye… Düşünsenize; koskoca dünyada gidip bir kişiyi buluyorsunuz!" Bir artı daha; ruh eşini bulduğuna inanan bir adam!

Sinirlerim daha fazla bozulmadan, kadınlar arasında geçen hayatını soruyorum hemen; çocukluğuna dönüyorum. Ne de olsa, kadın egemen bir ailede yetişti. Hayatı boyunca kadınlar ile ilgili donelerinin fazla olduğunu belirtiyor hemen. Biri üç, biri de yedi yaş büyük ablalarının da annesinin de anneannesinin de hayatında birer done olduğunu itiraf ediyor. Zaten o veriler sayesinde, ilerideki okuyacağı üniversite yıllarında "kız kardeş" gibi hayatında yer eden kız arkadaşları olmuş.

Kadınlar ile bu kadar haşır neşir olduktan sonra, biz Venüslüleri çözmüştür herhalde diye düşünüyorum. Aldığım yanıt karşısında şaşıp kalıyorum. Çözememiş! Bu kez, "eksi" hanesine bir artı koyuyorum. Kadın ve erkeklerin hiçbir zaman aynı noktada buluşamayacağını ise, çok esprili bir şekilde açıklıyor: "Bunu bilgisayar ile tanıştığım yıllarda daha iyi anladım. Kadınlar ile erkeklerin formatları farklı bir kere! Her ne kadar anlamaya çalışsak da bu hiçbir zaman mümkün olmayacak. Erkeklerde 'ilkellik', kadınlarda da 'upgrade' durumu var. Aynı bilgisayarın içine konmuş iki farklı sürüm gibi idare edeceğiz artık; yapacak bir şey yok."

Bunun üzerine bilgisayarlar ile arasının nasıl olduğunu soruyorum ve şöyle bir sonuca varıyoruz: "Lisede o bölümde okumam tesadüf mü bilmiyorum ama bende muhasebe kafası var. Gerçi tesadüf diye bir şeye de inanmıyorum. Tevafuk olduğunu; yani olması gereken şeyin yaşandığını düşünüyorum. Benim işletim sistemi, biraz muhasebe, sebep-sonuç formüle etme şeklinde çalışıyor." Yani, bilgisayarlar ile arası çok iyi!

Kafa madem muhasebe kafası, geleceğini de çok planlı bir şekilde garanti altına alıyordur, Mete Horozoğlu. Fazla bekletmeden merakımı gideriyor: "Hayatta neyin garantisi var ki? Yatırım olarak söyleyeceksem, para kazandıkça birtakım yatırımlar yapıyorum. Ama gerçekten hiçbir şeyin garantisi yok. Babam, acayip varlıklı bir adammış. Ben doğduktan sonra işler ters gitmeye başlamış ve her şey tepe taklak olmuş. Yani neyin garantisi şimdi bu? Aynı şekilde şu anda ben de kendi çocuğumun geleceğini garanti altına alamam. O işi, Allah'a havale ediyorum. Tabii ki çalışıp elimden geleni yapacağım ama bu, çocuğumun ileride 'iyi bir insan' olacağını garanti etmez. Çocuğunuza iyi bir eğitim aldırarak, onun iyi bir insan olmasını sağlayamazsınız. Ben sadece, çocuğumun iyi bir insan olmasını dileyebilirim. Geresi teferruat."

Hazır, oğlu Ali'den bahsediyorken; araya "babalık" görevini iliştiriyorum. Oğlu ile neler yapmak istiyor mesela… "Valla bir konuşmaya başlasın da oturup sohbet muhabbet etmek istiyorum. Ne yaparız; maça gideriz, neden keyif alırsak onu yaparız." diye heyecanlı bir şekilde yanıtlıyor. İkinci, üçüncü çocuk? Kalabalık aile sever mi, evde bebek bakımında yardımcı oluyor mu… Bir çırpıda yanıtlıyor sorularımı: "Bu, tamamen eşime bağlı bir durum. Zaten ben, onların bağını gördükten sonra artık yorum bile yapmıyorum. Ablamın bana karşı olan hassasiyetini, harcadığı emeği, annemin üzerimdeki emeği; ben, karımda gördüm. Oğlumuz karşı olan bağlılığını görünce anladım. Ve ne yazık ki, bu bağlılığı ve hassasiyeti, ben dâhil yeryüzündeki hiçbir erkek, hiçbir zaman anlayamayacak. Benim başaramayacağım ve tanıdığım hiçbir erkeğin başaramayacağını bildiğim, 'kadınlık' dediğimiz o kutsal şey. Bir de şunu da çok iyi anladım ki (Özellikle bu yaz döneminde.) 'İş başlasın da biraz dinleneyim.' gibi bir cümle kurduktan sonra, çocuk büyütmek gerçekten çok zor. Allah, iki-üç çocuk büyüten herkese yardım etsin."

Her şey hakkında konuşuyoruz da, benim aklım bambaşka bir yerde takılı kaldı! "Pardon, siz nasıl oyuncu oldunuz?" diye sormak istiyorum. Soruyorum da…

Antalya ve arkadaşınız Sinan da kalmıştık. Ankara'ya da dönmüştünüz. Daha sonra neler oldu?
Tam Antalya'dan döndüğümde, "Ne olacak benim hâlim?" dönemini yaşadığım sıralarda, ablamın yakın arkadaşlarından birinin kurduğu bir ajansta ses fi gürasyonluğu yapmaya başladım. İşin ne olduğundan bile bihaberim! Yaş, tam 22. Bir süre işin eğitimin aldıktan sonra, başladım çalışmaya. Tabii ofi se gidip gelen bir sürü ünlü oyuncu var. Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçılarının en başarılıları… Çetin Tekindor mu desem, Rüştü Asyalı mı. Kimi ararsanız var! Sonra bir gün, çalıştığım bu isimlerden biri bana, oyunlarda fi gürasyonluk yapmamı önerdi. Ne yalan söyleyeyim, o güne kadar bir kez bile tiyatroya gittim mi, hatırlamıyordum. "E, teklif geldiyse denemek gerek." diye düşünüp ilk fi gürasyon denememe çıktım. Hiç unutmam; Nazım Hikmet'in "Kuva-i Milliye" adlı oyunuydu. Ergin Orbey hocamız,"Fotoğraf çektirmek için bile bir araya getiremezsiniz bu isimleri." demişti hatta.

Sanırım o günden sonra, tiyatro perdesi ve sahnenin büyüsü sizi de etkiledi, böylece de oyunculuk yolları açıldı?
Evet. Akabinde, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nün sınavlarına girdim ve kazandım. Çok keyifl i yıllardı. Ya, diyorum ya işte her şey garip bir şekilde yerini buluyor. Çok enteresan bir hikâyem de var; Anıttepe'deki evde oturuyoruz, ablamla… Kapı çaldı, karşımda ablam yaşlarında genç bir kadın. Tiyatro bölümünü kazandığım için önce tebrik etti beni, sonra da kendisinin de aslında tiyatro okumak istediğini ama bir türlü olmadığını ekledi. Bana hediye olarak, kütüphanesini hediye etmek istediğini söyledi! Öyle bir kütüphane ki, derslerde hocaların bile şaşırıp kaldığı bir içeriğe sahipti. Tam bir hazine. Nasıl okurduk anlatamam; hatta gece bekçiler çıktıktan sonra okula sızardık bir şekilde; yine kitap okumak için.

Mezuniyetten sonra neler oldu peki?
"Tiyatro Anadolu" adlı bir grubu kurduk. İki yıl o şekilde çalıştık. Tabii, o sırada tiyatroyu öğrenirken; kültürel aksaklıkları da öğreniyorsunuz. Memleketin durumlarını da kavramaya başlıyorsun; çözümsüzlük, cevapsızlık ve ileriyi görememe gibi birtakım sıkıntılardan dolayı bir gün İstanbul'a gelmeye karar verdim.

Gözünüz de karaymış… Hiç mi korkmadınız?
Korktum tabii. İstanbul'da uzun bir dönem iş de bulamadım. Yine fi gürasyonluğa devam yani… Ama tabii İstanbul olduğu için, parası biraz daha fazla. Eşyasızlıktan tek odasını kullanabildiğimiz bir evde, birkaç arkadaş beraber kalıyorduk.

Hayaller kurar mıydınız; imrendiğiniz oyuncular oluyor muydu o dönem?
Vardı tabii. Sınıf arkadaşıma, "Bir gün bir fi lm çekeceğiz ve onu bu salonda izleyeceğiz." derdim. O dönem bilinen bütün oyunculara imrenip gıpta ederdim, ne güzel yaşıyorlar diye. Hangi otomobili alacağımı, otomobilsizliğin mi aslında daha iyi olduğunu, metrobüse mi binmem gerektiğini hâlâ bilmiyorum. "Ne kadar daha iyi bir aktör olabilirim?" sorusu, bana daha sıcak geliyor açıkçası. Birilerinin arkamdan "Adama bak vallahi helal olsun ne güzel oynamış." demesi benim için daha değerliydi. Tabii, daha sonra bu duyguya neden tiyatro yapmıyorum sorusu takılmaya başladı ben de.

E, tiyatro yapıyordunuz. Ne değişti?
Evet, yapıyorduk ama Michael'ı, Kate'i canlandırıyorduk. Bizden, içimizden, yerli bir şey yoktu. İşte, ben orada kırıldım. Yani hem kalben hem düşünce olarak kırıldım. Memleket meselelerine iyice dalmıştım. Neden kendi oyunlarımızı oynamıyoruz diye düşünmeye başladım. Haz alamamaya, tatmin olamaya başladım; neredeyse irin kaplamıştı içimi. Tatmin olamadıkça, içeride kalan duygular insanı zehirlemeye başlıyor bu kez. E sonra da, o içerideki duyguları isyankâr biri olarak atmaya başlıyorsun. Duyduğum alkışı hak etmediğimi düşünmeye başladım. Ve zamanla da hastalandığımı kabul ettim. "Yapamıyorum, o hâlde bırakmalıyım." dedim ve bıraktım. Sanat olarak değil, iş olarak baktığım için başka bir iş yapmaya karar verdim.

Eyvah oyunculuk gitti! "Nefes" filmi süreci nasıl gelişti?
Memleket ile ilgili bir dert anlatmak istiyordum ya, Allah da, "Al sana memleketin en büyük derdini konu alan bir fi lm ve rolün." dedi herhalde… Şimdi, o tekliften de dönmek olmaz; çarpılırsın. Sonra yine ekranlarda bomba etkisi yaratan bir dizi fi lm daha…

Tiyatroya geri dönmek ya da komedi türü oynamak istemez misiniz?
Tiyatroda, genellikle komedi türü yapıyordum zaten. Aslında yazarlık gibi bir yeteneğim olduğuna inansaydım, kendi senaryolarımı yazmak isterdim.

Kendi hayatınız yazılsaydı, kimin sizi oynamasını isterdiniz?
Benim, kaleme alınacak bir hayatım yok. Canlandırdığım hayatlar daha renkli! Sanırım onların hayatlarını oynaya oynaya benim hayatım sıradanlaşıyor. Doğrusunu söyleyeyim mi, ben kendi fi lmimi izlemeyebilirdim.

Gerçekler ile yüzleşmek lazım. Her güzel hikâyenin, her keyifli röportajın bir sonu var. Bu aralar, yeni dizi fi lmi ile bizleri yeniden ekranların başına kilitleyen; masmavi gözlerini geçtim, eğlenceli ve komik yapısı, konuşkanlığı ve de en çok dürüstlüğü ile kafalarda herhangi bir soru işareti bırakmayan bu adam ile vedalaşmanın vakti geldi. Son olarak, gelecek ile ilgili planlardan bahsedeyim diyorum. Aramıza yine kader giriyor: "Gelecek planları yapmayı çok sevmiyorum. Neymiş; 'Sen plan yaparken yaşadığın şeye hayat derler.' denir ya. Oturup bir düzine plan yapmak yerine, hayal kurmak; mesela bir çiftlik evinde yaşadığını düşünmek, Uzak Doğu'ya tatile gittiğini düşünmek ya da deniz kenarında keyifl enmenin özlemini çekmek bana daha eğlenceli geliyor." Noktayı koymadan birkaç bilgi daha ekleyeyim; çocukluğundan beri çalışma azmiyle dolu olan Mete Horozoğlu, mutfakta da marifetli bir adam. Pilav da yapabiliyor sulu yemek de. Bir de ta, üniversiteye ilk girdiği günden beri yediğine içtiğine dikkat etmek zorunda kaldığı için; diyet yapmayıp da dünyaları yiyebilen insanlara sinir oluyor. Benden söylemesi!

Seda Karan