Eksiksiz bir adam

Röportaj: Sanjiv BHATTACHARYA

Fotoğraflar: Tom CRAIG

Moda Editörü: Gareth SCOURFIELD

Derleme: Erkin ÇAM

Ewan McGregor için hayat hiç bu kadar iyi olmamıştı.

Los Angeles, Venice Bulvarı'ndaki son moda bir kahve dükkânında Ewan McGregor'la birlikteyim. Bariz biçimde mekândaki en yaşlı kişiler ikimiziz. Kırklı yaşlarınızın ortasına geldiğinizde bunları fark ediyorsunuz. McGregor, Mart ayında 46 yaşına girdi, ben de o yaşa gelmek üzereyim. Bir an Los Angeles'in gençleri ve güzelleri arasında dolanıyorsunuz, sonraki an köşede yaşlı bir adamın durduğunu fark ederek "Zavallı herif, burada senin ne işin var?" diyorsunuz kendi kendinize. Kendi yansımanız o. İşte, orta yaş bu demek. Ama Ewan McGregor bunu fark etmiş gibi değil pek.

Deus Ex Machina'da buluşmak onun fi kriydi; burası sadece bir kahve dükkânı değil, motorcu hipsterler için hibrit bir habitat. Kısmen giysi dükkânı kısmen modifi ye atölyesi; içeride bir DJ, birkaç sörf tahtası ve bir sürü sanat dergisi var. Eski moda Harley'lerini park eden ve avokadolu tostlarını Instagram'da paylaşan şık insanların bulunduğu bir Petri (bakteri üretmek için kullanılan kap, ç.n.) kabı içinde gibiyiz. McGregor burayı seviyor. Avokadolu tostu çok sevmese de Harley-Davidson'lara bayılıyor. Hatta motosikletlerle ilgili her şeye bayılıyor.

Dünyayı motosiklet üzerinde turladı, o. Yaptığı iki epik seyahatle ilgili kitaplar ve TV dizileri var: 'Long Way Round' ve 'Long Way Down' (Planlanan bir yolculuğun daha olduğunu ama bunun hakkında konuşamayacağını da öğrendim.). Buradan birkaç kilometre uzakta, Brentwood'daki evinde belki 12 motosikleti var (14 müydü yoksa?). Gerçi sayısını tam hatırlamıyor. Los Angeles'ta yapmayı en çok sevdiği şeylerden biri de 1971 Moto Guzzi Ambassador veya 1974 Moto Guzzi Eldorado'ya atlamak ve motorunu kanyonların arasından Pasifi k Sahili Otoyolu boyunca sürmek.

Bazen de Deus'a uğrayıp elinde sıcak, sütsüz kahvesiyle motorlara ve giysilere göz atıyor.

"Evet," diye gülüyor, "Bu gerçekten de berbat bir fi kirdi." Tüm dükkânı dolaşıyoruz ama oturacak yer bulamıyoruz. Pazartesi günü, öğleden sonra bile mekân ağzına kadar dolu; çünkü görünen o ki Los Angeles'ta kimse doğru düzgün bir işe sahip değil. Biz de bu yüzden kahvelerimizi alıp otoparka iniyoruz, mekânın yaş ortalamasını birkaç 'tık' daha düşürüyoruz ve siyah Lincoln Navigator'ının şoförü, mahallede bizden daha yaşlı tek kişi olan Frankie'nin yanına gidiyoruz.

"İşte böyle, mükemmel," diyor. "Böylesi daha iyi! Klimamız var, sessiz. Üstelik bak, bütün motosikletleri buradan görebiliyoruz. Şuradaki siyah motora bak, Frankie! Şu yaşlı Harley'e. Ne kadar güzel. Bu motorun sesini duymak istiyorum…"

McGregor, 46 yaş için gayet iyi görünüyor, hâlâ genç ve hevesli. Gözlerinin etrafında birkaç kırışık var ve Fargo'nun üçüncü sezonu için kafasını kazıtmış – birazdan ondan da bahsedeceğiz – ama yine o 1990'lardaki McGregor'a benziyor; Trainspotting'deki Mark 'Rent Boy' Renton gibi. Onun yüzü de Liam Gallagher, Damon Albarn veya Goldie gibi. O fi lm bizim neslimizin geceleri "Lager lager lager lager!" diye bağırmasına neden olmuştu. McGregor bizim totemimizdi; hayat dolu ve yaşamayı seven o yakışıklı oğlan, mavi gözlerini ufka diker ve her şeyin mümkün olduğunu düşünürdü. Biz de öyle hissediyorduk – 1990'lı yıllarda 20'li yaşlarımızdaydık. Şimdi burada onunla otururken nostaljik hislere karşı koyamıyoruz, zira bu yaşlarda nostalji için yeterince kaynağı oluyor insanın.

"Oasis belgeseli Supersonic'i seyrettin mi?" diyor, McGregor. "Kendi boğazımı kesmek istedim. Evet, gerçekten istedim bunu! Belgeselin sonunda çığlık atıyordum. Beni doksanlara geri götürün diye bağırıyordum. Çünkü 'ben' olmak için çok iyi bir zamandı! Gerçekten de öyleydi! Muhteşemdi. Düşünürsen Trainspotting'deki ekip sinema dünyasının Oasis'iydi, öyle değil mi? Çok iyi bir histi. Gerçekten çok iyiydi. Bence bu Danny (Boyle) sayesinde oldu. Çünkü Britanya sinemasını değiştirdik, insanlar bizi seyredip "Evet yahu, biz de yapabiliriz!" dediler. O aralar bütün iyi şeyler ABD'den geliyordu. Biliyorsun değil mi?"

Son birkaç aydır devam fi lmi olan ve belli bir yaşın üstündeki adamlar için görülmesi neredeyse zorunlu kabul edilen 'T2:Trainspotting' için basınla görüşüyor. 20 yıl sonra aynı aktörlerin aynı rolleri oynamasıyla ve hepsinin eski hayatlarıyla yüzleşmesiyle görkemli bir fi lm olmuş. Boyle, fi lmin 'erkekliğin çağları' hakkında veya erkeklerin nasıl yaşlandığı ile ilgili olduğunu söylüyor (Bunu hiç de kadınlar gibi ağırbaşlı biçimde karşılamıyorlar. Biz oğlanlar bunun gerçekleştiğimi kabul bile edemiyoruz, en iyi zamanımızı tekrar tekrar yaşamaya çalışıyoruz. En iyi zamanımız derken 20'li yaşları kast ediyorum, yani sonsuz zamanımız olduğuna inandığımız için zamanı umursamadığımız çağlarımızı.). 90'ların üzerinden bir o kadar daha zaman geçmişken şimdi Boyle'un dediği şeyin ne kadar doğru olduğunu keşfediyoruz: "Zaman seni umursamaz, denge işte tam da böyle sağlanıyor."

Ama McGregor, ikna olmuş gibi görünmüyor: "Danny haklı, erkekler havalı ve çekici ve komik olduklarına dair histen vazgeçmek istemiyor ama… (omuzlarını silkiyor) Bu normal. Ben de vazgeçmek istemiyorum. Vazgeçmeyeceğim! Neden vazgeçeyim ki? Yaşlı olduğu halde seksi ve havalı olan bir sürü adam tanıyorum, ben de o adamlardan biri olacağım. Umarım olurum!"

BİZE ULAŞIN