Amatörler için kamp rehberi

Yazı: Türkan DOĞAN

Her şey geçen yıl sinemada izlediğim bir fi lmle başladı. Tek başına bir adamın doğada ayakta kalma mücadelesinin anlatıldığı fi lmin fonu beni tek kelimeyle çarpmıştı. Karlar altındaki eşsiz doğa, sarp dağlar, engin düzlükler ve heybetli ağaçlar, beni de içine almış ve bir kez daha doğada yalnızca küçücük bir parça olduğumuzu düşünmüştüm. Öyle ya hepimiz evcilleştirilemeyen doğaya aidiz. Ve uçsuz bucaksız haşmetli bir doğa karşısında insanın çaresizliği ve korkuları dışında pek bir şeyi yok. Tahmin edebileceğiniz üzere bahsi geçen fi lm, Alejandro G. Iñárritu'nun yönettiği ve 'The Revenant' (Diriliş)tı. (Leonarda Di Caprio'nun fi lmdeki performansıyla nihayet Oscar'ı kucakladığı film.) Peki, bu fi lm beni neden bu kadar çok etkilemişti? Nedenlerimin başında hemen hemen herkes gibi; içine hapsolduğumuz kent hayatı. Bir bakıma; doğanın bir parçası olduğumuzu unutmamız. Senede bir kere kırda piknik yapmakla, yazları denize girmekle ya da sahilde uzun bir yürüyüş yapmakla tüm bu hislerimizi doyurduğumuzu sanmamız. Ve çoğu zaman doğaya çıkmak için güneşin açmasını, baharın gelmesini ya da doğanın bizim için daha az korkutucu bir yer haline gelmesini beklememiz. Oysa karlar altındaki Kars'ı, Sarıkamış'ın içinize işleyen soğuğunu, donmuş Çıldır Gölü'nü, uzaktan görünen Ağrı Dağı'nın karlar altındaki zirvesini ve sarp dağların sarıp sarmaladığı Ani Harabeleri'ni gördüğümde doğanın, soğuğun ve dağların aslında korkutucu bir şey olmadığını yaşamış ve anlamıştım. Belki soğuğu çok sevdiğim için belki de en çok dağ görüntüsünden etkilendiğim için bu seyahati hiç unutamayacaktım.

BİZE ULAŞIN