Top Meşin, Sevdamız Peşin
Yedi yaşındaki kız çocuğu, maç seyreden babasının yanına sokulur ve sorar: “Baba, biz hangi renkleri tutuyoruz?” Babası, kızının dünya üzerinde başka hiçbir takımı tutmayacak kadar “akıllı” olduğuna güvenen bir ses tonuyla karşılık verir: “İzle ve sen kendin karar ver.” Bu demokratik ortamda bol gollü galibiyet alan bir takım, o gün bir babanın kızına takımını miras bırakmasını sağlayacaktır. O zamanlarda oyunu anlamak için değil de babasını anlamak için futbola ilgi duyan bu kız çocuğu ise, çok geçmeden, bu oyuna âşık olacaktır. Futbola dair bu yazı, ne Henry’nin plaselerini ne İbrahimovic’in ince çalımlarını ne Messi’nin şiirsel oyununu ne de Totti’nin üzerine yapışan formasını anlatır. Bu, nedeni bilinmeyen bir aşk hikâyesidir...
24 Mayıs 2012
Yazı PINAR BEKBÖLET
Hangi takımı tuttuğunu gururla bir çırpıda söylersin de, "Neden?" sorusuna mantıklı bir cevap vermek imkânsızdır, bizim buralarda. Neden her sezon, Şampiyonlar Ligi'nde finale kalma ihtimali hemen hemen hiç olmayan; belki de hiç olmayacak olan bir takımı tutarız, küçüklüğümüzden beri? Neden dünyanın en iyi futbolcusu ödülüne aday gösterilemeyecek yeni transferimizi havaalanında karşılamaya gideriz, düğün dernek eşliğinde? Neden oyunun kaderini değiştirebilecek futbolcular varken, dünyanın dört bir yanında; kaderimiz olan futbolcularla yetiniriz? Mesela; Thierry Henry gibi, yumuşak bir şekilde önüne aldığı topu şık bir plase ile ters açıya gönderemez, bizim takımın forveti. Ya da Zlatan İbrahimovic gibi bir fiziğe sahip olmasına rağmen, milyonları, kendisinden beklenmeyecek ince çalımlar ile şaşkına çevirmiyordur. Robin Van Persie gibi, attığı gollerle, takımı da sırtlayamaz (Takım oyunu ya bu! Zira bu topraklarda, ileride tek başına kaldı bahanesi geçerlidir.). Derbilerin futbolcular üzerindeki psikolojisi de farklı olur, bizim memlekette; ezeli rakibimizin sahasında ortaya koyduğu futbolu iki golle süsledikten sonra, rakip taraftarlar tarafından alkışlanabilecek bir Ronaldinho'muz yoktur. Öte yandan, bir Emmanuel Adebayor da değildir, bize gelen forvetler; takıma adapte olamadılar mı, gol atmalarını beklememek gerektiğini öğrenmişizdir.
Bizim forvetler, ne Cristiano Ronaldo gibi yoktan var ediyordur golü ne Drogba gibi taştan çıkarıyordur ekmeğini ne de Messi gibi hangi mevkie konulursa konulsun, şiir yazıyordur. Düz yazıyı tercih eder zaten bizim forvetler, bir de ağızlarının içine yapılan ortaları. Aksi gibi, o ağız içi ortaları yapan Van der Vaart tarzı adamlara da nadiren denk geliriz bizim sahalarda. Tek hareketiyle karşı takım futbolcusunu oyundan; hatta bazen hayattan eksilten Andres Iniesta gibi bir futbolcunun tuttuğumuz takımda olması nasıl bir histir, bilmeyiz biz. Wesley Sneijder gibi "Oyun Zekâsı" kitabının, "Top Dağıtma Tekniği" bölümünü yazan bir dâhiyi de görmek zordur, her hafta gittiğimiz maçlarda. Tabii; Xabi Alanso gibi alan daraltarak kaptığı topu istediği koordinatlara gönderebileni de, ne iş olsa yapan Schweinsteiger tarzındaki joker adamları da... Orta sahanın tapusunu üzerine almış Ryan Giggs gibi bir efsanemiz, Paul Scholes gibi oyundan kopamayan bir çınarımız, Javier Zanetti gibi bir disiplin abidemiz ya da takımının forması üstüne yapışmış Francesco Totti ayarında bir savaşçımız da yoktur. Çünkü ne de olsa, bizim ülkede futbolun yaşı vardır.
Nedense hep bir sıkıntı vardır, bizim takımın orta sahasında; gerçi bu sorunların çoğu, defansın ya da kalecinin hanesine yazılır. Sergio Ramos gibi defansta sapasağlam duran adam bulmak da zordur, John Terry gibi skandalların ortasında dimdik ayakta kalmasını da başaran da. Ne samba dünyasından geldiği hâlde yere bu kadar sağlam basan bir Thiago Silva'dır beklentimiz ne de defans oyuncumuzun Vermaelen'in attığı gibi bir plase gol ile bizi keyiflendirmesi... Mesela bizim maçlar, hep daha heyecanlı geçer; takımda, dünyanın en pahalı defansı Rio Ferdinand ya da "Ballon D'or" ile ödüllendirilmiş bir Cannavaro olmayınca. Defansa, Carles Puyol ayarında bir lider de koyamayınca, "Aziz" Casillas gibi maç kazandıracak bir kaleciye ihtiyacımız olur ki; bizim ülkenin topraklarında, kaleci yetiştirmek de zor zanaattır.
Mesela kaleciyi kaleci yapanın tecrübe olduğuna inanırız da, genç kalecilere forma şansı tanımadan nasıl tecrübe kazandıracağımız konusuna bir açıklık getiremeyiz. Uzun yıllar ıslıklanan Victor Valdes'den vazgeçmeyen teknik adamın sırrını da çözemeyiz. Zaten bizim buralarda Pep Guardiola'nın kariyerinin başından beri talip olduğu 16 kupanın 13'ünü kazanmasına "mucize"; Jose Mourinho'nun ne olursa olsun kazanmayı başaran bir takım yaratmasının nedenine "elindeki kadronun kalitesi" derler. Her iyi futbolcudan iyi teknik adam olmayacağını acı da olsa öğrenmişizdir ama yine de; "Futbol oynamamış adamdan teknik direktör olmaz!" diye diretir, şansımızı önce eski futbolcularla dener, sonra takımı yurt dışından getirdiğimiz teknik direktörlere emanet ederiz. Hep önümüzdeki maçlara bakarız, biz; bakarız da, o maçlarda bizi başarıya taşımak için sistem kurmaya çalışan teknik adamlarımıza fazla tahammül etmeyi beceremeyiz. Hem beceremeyiz hem de "Biz de neden Alex Ferguson gibi yıllardır takımın başında sayısız başarıya imza atan bir teknik adam yok." diye söyleniriz. İşte bu yüzden, bizim takımda başarılar hep gelir geçer, yönetimlerin "asaleti" bize yeter.
Biz, çuval çuval paralar vererek getirdiğimiz yaşını almış futbolcuların, ikinci baharlarını değil; sahada gezinmelerini izlemeye alışığızdır. Gerçi bizim takım, alt yapıya önem verir; seçim dönemlerinde, televizyon programlarında, ha bir de gazete köşelerinde. Genç nüfusu ile göz dolduran ülkemin çocuklarının en büyük başarısı, mahalledeki teneke kupalardır. Aralarından sıyrılan şanslı birkaç genç yeteneğin ufku ise, ağabeylerinin onlara anlattıklarından ibarettir. La Masia, bizim için, uzaklardaki bir Katalan restoranıdır. Ama biliyor musunuz, biz yine de severiz işte. Bize takımını miras bırakan babamız için severiz; o iki rengi, renkdaşlarımızı, tarihe geçmiş efsane futbolcuları, elimizdekiler ile yetinmeyi, arabesk ruhumuza hitap edilmesini, kötü gün dostu olmayı, şerefli mağlubiyetleri, "yenildik ama ezilmedikleri", kötü oynasak da kazanabilmeyi, bizim taraftaki kaleye atılan golleri; hatta gol zannettiğimiz için boş yere sevindiğimiz pozisyonları, söylemeye utandığımız totemlerimizin olmasını, takımın kazanmasında rol oynadığımıza inanmayı, bir gün birileri çıkar da makus talihimizi değiştirir diye umut etmeyi; girişlerin zor, çıkışların daha da zor olduğu statları mabet olarak görmeyi, mabedimizin bulunduğu semtin çocukları olmayı, hiç tanımadığımız insanlarla deplasman otobüsünde geçirdiğimiz uzun saatleri, maç gününün tamamını takımımıza adamayı severiz…
Son galibiyetten sonra yıkamadığımız formanın ve stadın önündeki dayanılmaz köfte kokusunu, yenilsek de yensek de maç çıkışı aynı çorbacıya gitmeyi, şampiyonluğun ezeli rakibimizin son maçtaki puan kaybı ile gelmesini, her maça ait bir atkımız olmasını, anısı olan maçların biletlerini biriktirmeyi, teknik adamın kimi oynatması kimi yedek oturtması gerektiğini, kaybedeceğimizi bildiğimiz zamanlarda bile iddiaya girmeyi, yurt dışından gelen futbolcuların çat pat Türkçe konuşmasını, golden sonra tribüne koşan ve belki de sezon ortasında bizi bırakıp gidecek olan tanımadığımız o adamı, taraf olmayı, taraftar olmayı severiz; o maç var ya hani o maç, işte sırf o maçta bize yaşatılanları severiz. Yani aslında bizim buralarda biz, bir takımı severiz, çok severiz; hem de karşılıksız severiz de neden severiz, onu tam olarak bilemeyiz.
İşte o yüzden, hiç sevmediysen bu hayatta nedensiz; boşuna bahsetme bana Manchester United'ın sanayi devrimine uzanan taraftarlık kültüründen, Arap sermayesinin esaretindeki PSG'nin transferlerine forma imzalatan taraftarlarından, Bayern Münih'in devasa stadyumları her daim doldurmasından, Inter ve Milan'ın taraftarlarının tribünlerdeki koreografi atışmalarından ya da Barcelona ve Real Madrid'in başarılarıyla orantısız taraftar coşkusundan... Ve sorma bana neden diye?
Bizimkisi aşk; nedeni olmaz!