Terapistiniz Ölünce Sizi Kim İyileştirecek?
Dünyada hakkımda en çok şeyi bilen kişi terapistimdi. Ve birden tüm o paylaştıklarımız, bilgi alışverişimiz ve çok daha fazlası yok oldu.
Yazı Alex Belth
Çeviri Zeynep Merve Kaya
Kapak Fotoğrafı John Dugdale Long Enough. 1999
25 yaşındaydım, kanepede bacak bacak üstüne atmış oturuyor, ayaklarımı sallamadan duramıyordum. Yeni, orta yaşlı terapistim benden iki üç metre ötede, yüksek sırtlı bir deri koltuk tarafından sarmalanmış bir şekilde oturuyordu; oldukça maskülendi: Kalın bileğinde geniş, bej kayışlı bir saat, seyrelmeye başlamış gri saçlar, solgun ve çilli bir surat. Birbirine yakın gözlerinin mavisi, kemik çerçeveli gözlüğü arkasında kayboluyordu. İnsanın aklı bir yerlere kayar ya, o anlardan birinde terapistimin klasik "Oz Büyücüsü" filminde Aslan'ı canlandırmasıyla ünlü oyuncu Bert Lahr'a benzediğini düşündüm – gülümserken kıvrılan ince dudakları vardı. Manhattan'ın Yukarı Batı Yakası'nda yer alan ofisinde otururken, mırıldanan havalandırma ünitesinin ve beyaz gürültü makinesinin sesleri arasında caddedeki insanların neler konuştuğunu, arabalardan yükselen müzikleri ve geri geri gitmeye çalışan bir kamyonetin bip-bip-bip diyen sinyal sesini duyabiliyordum.
Birlikte ilk seansımızdı ve çenemi tutamadım. Ellerimi kollarımı sallayarak tüm hayat hikâyemi bir çırpıda anlatıverdim. (İlkokuldayken tırnaklarımı yemeyeyim diye babam beni kırmızı oje sürmekle tehdit ederdi. En sonunda sadece cila sürmeye ikna oldu ve ben tüm tırnaklarımı cilalayana kadar başımda bekledi. Odadan çıkar çıkmaz cilayı çıkardım ve tırnaklarımı yemeye devam ettim.) Haftalar, yıllar hatta on yıllar boyunca o adama hayatımı anlattım. Eşime, en iyi arkadaşlarıma bile anlatmadığım şeyleri, burada size açıklamayacağım şeyleri anlattım. Bir terapist ile danışanı arasındaki ilişki, benzersiz bir deneyimdir – ona beni dinlemesi için, beni yönlendirmesi ve yorumlaması için ve anlattığım her şeyi, ileride ihtiyacım olursa diye kendi aklında tutması için para ödedim.
Babam, her görüşmemizin, her telefon konuşmamızın sonunda bana beni sevdiğini söylerdi. Ayrıca bana "Büyükbaban kabaydı, ben kabayım, sen de kabasın" da derdi. Ebeveynlerim boşandığında 10 yaşındaydım. Babamın öfkesi beni korkuturdu. Henüz bir ergendim, West End ile 79. Cadde arasında karşıdan karşıya geçiyorduk, geçiş önceliği bizdeydi ve babam hareket halindeki bir arabanın jant kapağını tekmeledi. Araba bir anda durdu, sürücüsü dışarı çıkıp babama saldırmak üzere atıldı. Yolun kenarında, ne yapacağımı bilemez halde duruyordum. Adam babama birkaç santim kala durdu, gözlerindeki tehlikeyi sezdiğini anladım. Babam, korkutmak için doğmuştu.
Terapistim bir keresinde bana, "Herkesin çuvallamaya hakkı vardır," demişti. "Bu konuda yapabileceğin hiçbir şey yok."
Terapistimle görüşmeye başladıktan birkaç yıl sonra babamla aramda sınırlar çizmeye başladım. Sınır kelimesinden nasıl da tiksiniyordu. Ona göre bu çok uygunsuzdu. Terapistime babamın psikoloji jargonundan hoşlanmadığını söylediğimde bana, "Kendine iyi bakmaya başladığında insanları kızdırırsın," dedi.
1990'ların sonunda babam dörtlü baypas ameliyatı oldu. Alkolü ve sigarayı bıraktı ama yarınlar yokmuş gibi yemek yemeye devam ediyordu. Onunla Hotel Edison'un kafesinde oturduğumuzu, kalın bir salamlı sandviç yediğini hatırlıyorum. Terapide babamın çok yiyerek kendisini ölüme götürdüğünü konuşmuştuk, o gün karşısında otururken önümdeki notlarıma bakıyordum. Ellerim titriyordu, "Baba," dedim, "bu gidişle torunlarının doğumunu görecek kadar uzun yaşayamayacağından korkuyorum." Bana cevap vermedi. Sandviçini bitirdi.
Birkaç gün sonraki seansımızda terapistimin gözlerinde bir ağırlık sezdim. Radyatör homurdanıyordu. Camın önüne birkaç güvercin kondu, çatlak camdan içeri bir serinlik girdi. "İnsanlar hep istediklerini yaparlar," dedi. "Herkesin çuvallamaya hakkı vardır. Bu konuda yapabileceğin hiçbir şey yok."
Terapistim, ihtiyaç duyduğum anlarda onu hafta içinde arayabileceğim konusunda beni cesaretlendirirdi. Onu aramaya başlamam yıllar sürdü ama yine de her seferinde içim endişe dolardı. Telesekreter çıktığında rahatlardım. Telefonu açtığında veya beni geri aradığında paniklerdim, sanki beni ahizenin içinden görebilirmiş gibi gelirdi. Ama zaman içinde bu aramalar işe yaramaya başladı. Hiçbir zaman birkaç dakikadan fazla konuşmazdık çünkü gerek görmezdik – tüm hayatıma hakim olduğu için direkt konuya girerdim. Bir çeşit arkadaşlık gibiydi. 20 yıllık ilişkimizin her anında bana "Ben buradayım, iyisin," demişti.
Babam, 2007'de, düğünümden bir süre önce 69 yaşında hayatını kaybetti. Elinde bir tabak makarnayla yere yığıldı ve bir daha ayağa kalkamadı. O haftanın başlarında telefonda görüşmüştük, neler konuştuğumuzu hatırlamaya çalıştım. Hatırlayamadım. Balayından döndükten sonra terapistimin ofisinde uzun süre oturdum, ikimiz de konuşmadık. İki kere telefon çaldı, telesekreter devreye girdi, sonra yine sessizlik çöktü. Ve en sonunda, bana babamı özleyip özlemediğimi sordu.
Hemen "Hayır," diye cevap verdim, kendim de şaşırmıştım. "Peki, nasıl hissediyorsun?" diye sordu.
"Yeniden nefes alabiliyorum."
O ilk ofisin ardından yarım düzine ofis değiştirmişti, en son dışarıdan çocuk parkındaki küçüklerin seslerinin duyulduğu bir ofiste karar kılmıştı. Yıllar içinde terapistimle pek çok farklı yerde buluştuk; oğlunun futbol eşyalarıyla dolu, yanlış park edilmiş minivanında ve Metro Diner'ın arka masalarından birinde. Fakat terapinin sonuna gelmiştik, 2017'de son görüşmemizi yaptık. İlk tanışmamızdan bu yana değişmemiş gibi görünüyordu. Boşandıktan sonra her zaman hayal ettiği kırsal yaşamına erişmek için New York'u terk etmeye hazırlanıyordu. Görüşmelerimize devam etmeyi teklif etti fakat ben uzun süre önce etkinliğini kaybetmesine rağmen terapistimin güvenilirliği sebebiyle devam eden bu iletişimin zamanının dolduğunu düşünüyordum. Reddettim. Gülümsedi ve 21 yıl önce ofisine adım atan zayıf, enerjik çocuktan bahsetmeye başladı. Ardından, tıpkı bir babanın yapacağı gibi o zamandan bu yana hangi alanlarda geliştiğimi sıralamaya başladı. Sonunda ise ayağa kalktı, elimi sıktı; elimi ellerinin arasına almıştı.
Birkaç ay önce, terapistimin öldüğü haberini aldım. Ben de onun gibi kırsala yerleşmiştim; haberi aldıktan sonra eşimle pandemide taşındığımız küçük Vermont kasabasını saran Noel aydınlatmalarını gören salon camımdan uzun uzun dışarıyı seyrettim. Terapistim kırsaldaki evinde, benim onu hep gördüğüm gibi, koltuğunda otururken ölmüştü. İlk şok geçtikten sonra aklıma, şimdilerde benim terapiye başladığım yaşta olması gereken büyük oğlu geldi. Ama açıkçası ölümünün beni nasıl etkileyeceği daha çok aklımı kurcalıyordu, bencilceydi ama gerçek buydu. (O, beni anlardı.) Midem alt üst oldu. Kendimi yönümü kaybetmiş gibi ve yardıma muhtaç hissettim, sanki tüm değerli eşyalarımın içinde olduğu depo bir yangında kül olmuştu. Tüm o paylaştıklarımız, bilgi alışverişimiz ve çok daha fazlası gitmişti.
Fakat yaptığımız o yüzlerce, yüzlerce saatlik konuşmalarımız hâlâ zihnimde canlı. Halen bir sorunla karşılaşsam onu duyuyorum, ona anlatamadığım onca şey var. Ölümü beni yardıma muhtaç bırakmadı; ondan sonra iki harika terapistim daha oldu. Ölümü bana kendime yardımcı olmayı öğrendiğimi gösterdi.
Son seansımızdan sonra bir daha hiç konuşmamıştık ama hep bir yerlerde olduğunu biliyordum. İhtiyacım olursa onu arayabilirdim ve biliyorum ki benimle ilgili her şeyi de hatırlardı. Onun bu bilgiye sahip olmasının kıymetini ancak kaybettiğimde anladım. Kasabamız sessizdi, sokak lambalarının ötesinde gökyüzü kapkaraydı. Koltuğunda öldükten ancak birkaç gün sonra bulunmuştu; son konuşmamızı hatırlamaya çalıştım ama başaramadım.