2025’in Şimdiye Kadarki En İyi 19 Filmi
“Friendship”, “The Shrouds” ve “Sinners” gibi yapımların gösterime girmesiyle birlikte sinema yılı umut vadetmeye başladı.
Yazı Max Cea
Çeviri Zeynep Dallı
Uzun süredir, film sektörü konuşulurken havada bir kıyamet havası dolaşıyor. Hollywood'da gökyüzü hep düşmek üzere, sinema her an ölebilir gibi. Ben bu karamsar düşünceye her zaman mesafeli durmaya çalıştım. Evet, sinemanın ekonomisi gitgide zorlaşıyor, büyük stüdyolar risk almaktan uzak duruyor. Ama pandemi dönemi hariç, her yıl gerçekten çok iyi filmler çekildi.
Nisan ayında bu listeyi güncellediğimde, dürüst olmam gerekirse biraz umutsuzdum. Merakla beklediğim büyük yapımlar hayal kırıklığı yaratmıştı. Küçük bağımsız filmlerse ortalığı toparlayacak güce sahip değildi. Filmciler, set çalışanları ve sektörün çevresinde yer alan herkes, sistemin artık sürdürülemez olduğunu dile getiriyordu.
Birkaç ay sonra ekonomik gerçeklikler hâlâ aynı. Ama çıkan birkaç güçlü film, genel tabloyu değiştirmeye yetti. En büyük etkiyi yaratan elbette "Sinners" oldu. Ryan Coogler'ın dönem filmi tarzındaki orijinal vampir hikâyesi büyük bir fenomene dönüştü, beklentilerin çok ötesinde gişe yaptı. Bu da gösteriyor ki: Seyirci hâlâ zeki, iddialı, yönetmen vizyonu taşıyan filmler için sinemaya gitmeye hazır. Yeter ki film onları heyecanlandırsın.
"Sinners" dışında bazı büyük seri filmler de gişeye katkı sundu. Ama bir izleyici olarak beni asıl heyecanlandıran, daha mütevazı yapımlar oldu. Andrew Deyoung'un "Friendship" filminde uzun zamandır bir salonda bu kadar gülmemiştim. Alex Ross Perry'nin "Pavement" belgeselinin gösterişli olmaması hoşuma gitti. Ama yılın favori filmi hangisi derseniz: David Cronenberg'in karanlık, tuhaf ve bir o kadar da büyüleyici "The Shrouds"uydu ("Kefenler").
Ve tabii ki hepsi bu değil. 2025'in şimdiye kadarki favori filmlerine birlikte göz atalım:
1
"Friendship"
Tim Robinson'ın tuhaf mizahı uzun metraj bir filmi taşır mıydı? Cevap: Fazlasıyla rahatsız edici bir evet. Yönetmen Andrew Deyoung'un ilk uzun metrajı, 2000'lerin başındaki "kanka komedilerini" altüst ediyor ve Paul Rudd'u "yeni arkadaş" rolüne yerleştirerek erkekliğin kırılgan taraflarını ortaya çıkarıyor. Analizleri bir yana, "Friendship" son yılların en komik filmlerinden biri.
2
"Kefenler"
David Cronenberg bu filmi, 2017'de kanser nedeniyle kaybettiği eşi üzerine yazdı. Ama film yasın kendisinden çok, yası nasıl şekillendirdiğimize odaklanıyor. Karsh (Vincent Cassel), ölenleri mezarında canlı canlı izlemeye olanak tanıyan GraveTech adında bir teknolojiyle mezarlık işleten zengin bir adam. Adam, karısı çürürken onu izlemekten "rahatlık" duyduğunu söylüyor. Mezarlık sabote edildiğinde ise paranoyalar başlıyor. Evet, film oldukça karanlık ama aynı zamanda ince bir mizah taşıyor ve yasın zamanla nasıl biçim değiştirdiğini şaşırtıcı bir doğrulukla yansıtıyor.
3
"Vulcanizadora"
Film, "Ormanda yürüyen kaybeden adamlar" temalı mikro türün son halkası. Kelly Reichardt'ın "Old Joy"u ya da India Donaldson'ın "Good One"ı bir kenara; Joel Potrykus'un "Vulcanizadora"sındaki Derek ve Marty kadar dibe vurmuş karakterler nadirdir. Geçmişteki hatalar, yeni kâbusları doğuruyor. Yer yer karanlık bir mizaha sahip olsa da, Potrykus karakterlerine yargılamadan, hatta bir nebze şefkatle yaklaşıyor.
4
"Sinners"
Ryan Coogler'ın hiç frene basmadan hayal gücünü konuşturduğu bir yapım. Film, ırk ayrımının zirvede olduğu Jim Crow döneminin Mississippi'sinde, Smoke ve Stack adında gangster ikizlerin (ikisini de Michael B. Jordan canlandırıyor) ev sahipliği yaptığı büyük bir partiyi konu alıyor. Kuzenleri Sammie (Miles Catton), kilise korosundan çıkma genç bir blues şarkıcısı olarak partiye katılıyor. Ancak gece yarısı işler dramatik biçimde değişiyor. Coogler, tür sinemasını hem siyasi hem de eğlenceli bir metafora dönüştürüyor: Sürükleyici ve zekice.
5
"Pavements"
Müzik belgeselleri genelde anlattıkları sanatçının stilini taklit eder. Alex Ross Perry ise bu klişeye başkaldırıyor ve 90'ların kült indie rock grubu Pavement'a, "slacker" enerjisi yerine maksimalist bir yaklaşım getiriyor. Belgeselin içinde gerçek bir müzikal, sahte bir biyografi filmi ve geçici bir müze kurulumu yer alıyor. Yapımın yapısıysa Nolan'ın "Dunkirk"ünden ilham almış. Perry'nin anlatısı, Queen, Dylan ya da Springsteen gibi müzik ikonlarının markalaştırılma sürecini tiye alırken aynı zamanda grubun ironik ruhunu da başarıyla yansıtıyor.
6
"Invention"
"GraveTech" gibi, bu filmde de yas ve komplo teorileri iç içe geçiyor. Courtney Stephens'ın mikro bütçeli ilk uzun metrajı, babasının ölümünün ardından ondan kalan deneysel bir şifa cihazının izini süren Carrie'nin (Callie Hernandez) hikâyesini anlatıyor. Gerçek hayattaki babasının görüntülerinin de yer aldığı film, kaybın ardından gelen boşlukta zamanın nasıl uzayıp anlam kazandığını ve insan zihninin ne denli tuhaf yollarla dolmaya çalıştığını gösteriyor.
7
"Familiar Touch"
Sarah Friedland'ın ilk uzun metrajı tanıdık bir konuyu işliyor: Emekli bir aşçı olan Ruth'un (Kathleen Chalfant) demansla mücadelesi. Beklediğiniz tüm anlar mevcut: Oğlunu unutması, yaşlı bakımevinde ufak çaplı isyanlar, yeni insanlarla kurduğu bağlar… Ama Friedland'ın bakışı öylesine yumuşak, anlatımı öylesine incelikli ki, bu klasik hikâye yepyeni hissettiriyor. Chalfant ve H. Jon Benjamin (oğlunu canlandırıyor) harikalar yaratıyor.
8
"Fenike Planı"
Wes Anderson çizgisini bozmaz. Bu kez, Benicio del Toro zengin bir 1950'ler sanayicisini canlandırıyor: Zsa-zsa Korda, ölümle burun buruna geldikten sonra, yıllardır görüşmediği manastırda yaşayan kızıyla yeniden bağ kuruyor ve onu bir komploya dahil ediyor. Karşımızda yine şık kadrajlar, garip şakalar, karmaşık bir hikâye ve yıldız oyuncularla dolu bir kadro var. Fakat bu kez filme, Anderson filmografisindeki en şiddetli ve en dini yapı da eklenmiş.
9
"April"
Dea Kulumbegashvili'nin "April"i, New York Film Festivali'ndeki ilk gösteriminden aylar sonra bile zihinden çıkmıyor. Film, Gürcistan'ın kırsal bir bölgesinde doğum uzmanı olarak çalışan Nina'nın (Ia Sukhitashvili) hikâyesine odaklanıyor. Nina, mesai dışında gizlice kürtaj yapıyor. Film, zaman zaman gerçeküstü bir tona bürünse de, yaptığı işin üzerindeki duygusal yükü ve yalnızlığını derinlemesine hissettiriyor.
10
"Mission: Impossible — Son Hesaplaşma"
İlk iki buçuk saati biraz dağınık olabilir mi? Evet. Peki son 30 dakikasında Tom Cruise şimdiye kadar kameraya çekilmiş en çılgın dublörlük işlerinden bazılarını yapıyor mu? Kesinlikle evet. Yılın en büyük aksiyon gösterilerinden biri karşımızda. Hikâyeden çok adrenalinin peşindeyseniz bu film tam size göre.
11
"Eephus"
Carson Lund'un ilk uzun metrajı, 90'ların Massachusetts'inde geçen sakin bir ekim öğleden sonrasına kuruluyor. İki amatör beyzbol takımı, yıllardır oynadıkları saha kapanmadan önce son bir maça çıkıyor. Daha klasik bir film, muhtemelen bir takımı destekler ya da sahayı almak isteyen kötü yatırımcıyı öne çıkarırdı. Ama burada asıl düşman, zamanın kendisi. Maç ilerledikçe hakemler mesailerini bitiriyor, güneş batıyor, oyuncular oyunu sürdürebilmek için türlü yollara başvuruyor. Kim kazandı derseniz hatırlamıyorum bile. "Eephus", beyzbolun (ve aslında hayatın) küçük anlarla nasıl güzelleştiğini anlatıyor.
12
"Hard Truths"
Son yıllarda bir film karakteri, "Hard Truths"taki Pansy kadar öfke dolu oldu mu, emin değilim. Marianne Jean-Baptiste, yönetmen Mike Leigh ile 1996 yapımı "Secrets and Lies"tan sonra ilk kez çalışıyor. Karakteri Pansy, ölmüş annesiyle karmaşık bir geçmişe sahip. Leigh, geçmiş detaylarını vermiyor ama Pansy'nin her bakışı, her susuşu sanki yılların yükünü taşıyor. İçinde fırtına kopan bir kadının, perdeye bu kadar canlı yansıması nadir.
13
"Mickey 17"
Bong Joon-ho'nun "Parasite" sonrası ilk filmi, "Okja"ya daha yakın bir tonda. Aptal ama güçlü insanların doğaya (ve birbirlerine) karşı duyarsızlığını anlatan absürt bir komedi. Robert Pattinson, dünyadaki problemlerinden kaçıp uzak bir gezegene koloni kurmaya giden ve orada "expendable" (harcanabilir) olarak çalışan Mickey'i canlandırıyor. Görevi: ölmek ve yeniden basılmak. Ama ölümden dönünce işler karışıyor. Yeni bir Mickey daha basılıyor ve iki Mickey hayatta kalmak için yarışıyor. Oscar alır mı? Belki hayır. Ama izlemesi keyifli, yer yer komik bir yolculuk.
14
"Misericordia"
Muhtemelen bu yılın en seksi, en tuhaf ve evet, en Fransız filmi. Alain Guiraudie, türler arasında geziniyor: Cinayet gizemi, film noir, seks komedisi, varoluşsal dram… Ama sonuç olarak hiçbirine tam oturmuyor çünkü tamamen kendi kafasında bir dünya kuruyor. İzlemek için kabulleri bir kenara bırakmanız gerekebilir. Ve bırakırsanız, sizi çılgın bir yolculuk bekliyor.
15
"On Becoming a Guinea Fowl"
Rungano Nyoni'nin filmi, Shula adlı genç bir kadının Zambia kırsalında palyaço kostümüyle araba kullanırken yolda ölü bir beden bulmasıyla başlıyor. Ceset, Shula'nın yıllar önce kendisine tacizde bulunan amcası Fred'e ait. Film gösterişli olmaktan uzak; hikâye, katarsisi engelleyen toplumsal normlar ve kuşaklar arası travmaların nasıl saklandığı üzerine ağır ağır çözülüyor.
16
"One to One: John & Yoko"
Kevin Macdonald ve Sam Rice-Edwards imzalı bu yeni belgesel, John Lennon ve Yoko Ono'nun 1970'lerin başındaki New York dönemini takip ediyor. Odak noktasıysa, 1972'de Madison Square Garden'da verdikleri ve Willowbrook Devlet Okulu'ndaki engelli çocuklara destek amaçlı düzenlenen "One to One" konseri. Lennon ve Ono hakkında yepyeni bilgiler sunmasa da sahne önü ve arkası görüntülerde yoğun bir enerji var. Özellikle Lennon'ın kararlılığı, aktivizmi ve sanatla kurduğu bağ büyüleyici. Aradan 50 yıl geçmesine rağmen mücadele ettikleri meseleler hâlâ güncel; Lennon'ın tutkusu hâlâ ateşleyici bir güç gibi hissediliyor.
17
"Presence"
Emekliliğini duyurduğundan bu yana 12 yıl geçti ama Stephen Soderbergh hâlâ ABD'nin en üretken yönetmenlerinden biri. Bu yılki iki filminden ilki, bir hayalet hikâyesi. Ama sıra dışı bir yorumla: Kamera, hayatı hayaletin bakış açısından izliyor. Dört kişilik bir ailenin yeni taşındığı banliyö evinde geçen filmde, gerilimin merkezinde kim ya da ne olduğundan çok aile içi dinamikler yer alıyor. Lucy Liu ve Chris Sullivan, sürekli atışan iki lise öğrencisinin ebeveynlerini canlandırıyor. Aile sırları, çatışmalar ve geçici ittifaklar fazlasıyla gerçek. Finaldeki büyük açıklama tartışmalı olabilir ama yapımın fikri ve karakter derinliği izlemeye fazlasıyla değer.
18
"Universal Language"
Matthew Rankin'in yönettiği film, hayali bir Winnipeg şehrinde geçiyor. Kahramanımız, şehri gezdiren bir rehber (Pirouz Nemati). Binalar kahverengi, çevrede hindiler dolaşıyor, halk Farsça konuşuyor ve en büyük turistik yer, kimsenin dokunmadığı bir çantanın günlerce durduğu otobüs durağı. Bu sahne, "en temel ve sıradan hâliyle insan dayanışmasına bir anıt" olarak tanıtılıyor. Film boyunca Rankin ve ekibi yaratıcı, alaycı ve esprili bir anlatı kuruyor. "Universal Language", gri bir dünyada bile insanlığın şefkate ve neşeye olan potansiyelini hatırlatıyor.
19
"Warfare"
Bu filmi izlemeden önce uyarıldım: Çok gürültülü. Ama yine de bu kadarını beklemiyordum. "Civil War"un ardından Alex Garland, Irak gazisi Ray Mendoza ile birlikte, Mendoza'nın birliğinin 2006'da Ramadi'de yaşadığı çatışmayı canlandırıyor. Film tamamen Mendoza ve arkadaşlarının anılarına dayanıyor. Tüm olay bir gün içinde geçiyor ve savaşın fiziksel ve psikolojik şiddetini izleyiciye iliklerine kadar hissettiriyor. Gürültü bu etkinin bir parçası ama performanslardaki kırılganlık da en az onun kadar etkileyici. "Warfare", savaşın gerçek dehşetini perdede anlatmayı başarabilen nadir filmlerden biri.
