Kültür > Sanat

Kevin Bacon’ın Korktuğu Tek Bir Şey Var

Kevin Bacon’ın Korktuğu Tek Bir Şey Var

Kevin Bacon, Prime Video’nun yeni dizisi “The Bondsman” ile kariyerine bir halka daha ekliyor. New York’ta kahve içmek için buluştuğumuz Bacon, efsanevi oyunculuk kariyerini, sosyal medya karşısındaki temkinli duruşunu ve yeni dizisinin neden gerçek hayattaki en büyük korkusunu yansıttığını anlatıyor.

21 Nisan 2025

Fotoğraf Florence Sullivan

Röportaj Caira Conner

Çeviri Zeynep Dallı

Geçtiğimiz yıl, podcast'i "Six Degrees with Kevin Bacon"ın final bölümünde Kevin Bacon dinleyicilere istedikleri soruyu sorma şansı verdi. Bölümün adı da oldukça netti: "Kevin'a (Olabilecek) Her Şeyi Sor." İlk soru aşk ya da kayıp hakkında değildi; oyunculukla veya Chris Rock'la birlikte 1991'de Saturday Night Live'da sundukları, olay olan "Vanilla Ice" skecini yeniden çekmeyi düşünüp düşünmedikleri de sorulmadı. Evde bir aksilik yaşandığında "Apollo 13" filmindeki sahnesindeki gibi "Houston, bir sorunumuz var," deme alışkanlığı olup olmadığı bile merak edilmedi. Her zaman olduğu gibi ilk soru yine aynıydı: O meşhur ve podcast'ine adını veren "altı derece" * muhabbeti hakkında ne düşündüğü (*Hollywood'daki yıldızların Bacon'a oynadıkları yapımlar aracılığıyla altı ya da daha az sosyal bağlantı uzaklığında olduğu fikri).

Bacon, söze bu "6 kişilik bağlantı oyununun" aklına ilk düştüğü dönemde ne kadar tuhaf hissettirdiğini, sosyal medya öncesinde bile ne kadar yayıldığını ve 1994'te, henüz yolun başındayken" işin içinde bir espri mi var, yoksa espri bizzat kendisi mi" diye kafa karışıklığı yaşadığını anlatmakla başladı. Ama sonra bir anda, sanki bir Zen hocası gibi konuyu bambaşka bir yere taşıdı: Gerçekten güzel olanın, üniversite öğrencilerinin içip içip Laurence Olivier ile Timothée Chalamet'yi Bacon üzerinden birbirine bağlamaya çalışmaları değil, bu oyunun sonunda ortaya çıkan daha derin ve duygusal farkındalık olduğunu söyledi. Çünkü aslında mesele şu: Hepimiz birbirimize bağlıyız. Ve büyük resme baktığımızda, belki de en çok buna ihtiyacımız var.

Şimdi buradayız. Midtown Manhattan'da bir restoranda, Kevin Bacon'la yan yana oturmuş "The Bondsman" dizisindeki son rolünü konuşuyoruz. Kâğıt üzerinde dizi, kamp tonlu ve bol kanlı bir Blumhouse yapımı: Yaşayan ölüler hakkında. Ama bizim sohbetimizde bu hikâye, Bacon'ın gerçek hayatta en büyük korkusu olan "önemsizleşmek" duygusuna açılan bir kapı. Dikkatli dinlerseniz onun hikâyeyi anlatma şekli oldukça tanıdık: Ölçülü, sakin bir ses tonuyla konuşan, hâlâ bu kadar uzun süre iş bulabildiğine şaşıran sıradan bir adam gibi. Çok çalışan ama başarıdan çok başarısızlıkla tanışmış biri gibi. Tek bir büyük hitin peşinden koşmaya devam eden şanslı bir adam gibi. Ve onu tanıyan herkes için asıl komik olan şu: Tüm bunları söylerken çok ciddi.

Kevin Bacon artık 66 yaşında. Ama 1984'te ün kazandığı günlerdeki gibi hâlâ ince yapılı, belirgin elmacık kemikli. New York'ta erken bir bahar gününde buluşuyoruz; havada hâlâ kışın izleri var. Üzerinde koyu renkli güneş gözlükleri, gömleğinin üzerine giydiği bir yelek var; düğmeleri göğsünün ortasına kadar açık. Tanımasanız bile saçları onu hemen ele veriyor. Konuşma boyunca saçlarını sık sık düzeltiyor.

Park Hyatt Oteli'nin ikinci katındaki The Living Room adlı restorandayız (adı sizi yanıltmasın, burası gerçekten bir restoran) ve Bacon'ın gözleri tavana kilitlenmiş. Cam süslemeler ve sarkıtlar ona tanıdık geliyor. "Philip Johnson esintili gibi," diyor. "Buranın tasarımı yeni mi, biliyor musun?" diye soruyor bana. Bilmiyorum. Bir süre etrafı inceliyor. "Çok retro bir havası var. 1950'lerden fırlamış. İlginç," diye ekliyor. Bacon'ın babası mimardı. Bacon çocukken babasının mesleğine pek ilgi duymamış ama sanat, mobilya, çizim, tasarım gibi sürekli duyduğu konular bir şekilde içine işlemiş. "Bence burası yeni yapılmış," diyor sonunda, ikna olmuş gibi.

Gömlek Carter Young, jean Fabric Brand, bot Bacon'a ait

"The Bondsman" dizisinde Bacon, işleri ters gitmiş, huysuz bir kefalet avcısı olan Hub Halloran'ı canlandırıyor. Üzerinde dar tişörtlerle ortalıkta dolanıyor ve hayatı hakkında söyleniyor. Dizinin ilk sahnesinde, Norman Greenbaum'un "Spirit in the Sky" parçası eşliğinde Hub'ın boğazı kesiliyor. Bu spoiler değil: Zaten hikâye, şeytanın Bacon'ın karakterini ölümünden sonra iblisleri avlamak için görevlendirmesiyle başlıyor. Hayatında çoğu şeyi yüzüne gözüne bulaştırmış bir adam –kötü bir eş, ilgisiz bir baba– şimdi bu dünyayla öteki dünya arasında sıkışmış. Aynı zamanda country müzik yıldızı olmak istiyor. Belki eski eşiyle de arayı düzeltebilir. Bir yandan da, karakterin kendi yazdığı şarkıları söylemesi Bacon için oyunculukta bambaşka bir deneyim olmuş. Ancak bu proje bir "geri dönüş" hamlesi değil. Çünkü Kevin Bacon, her ne kadar kendisi öyle hissetse de hiçbir zaman gerçekten unutulmadı.

Neredeyse 50 yıllık kariyerinde Bacon'ın inişleri çıkışları, hit filmleri, gişe faciaları, Altın Küre'si de var, Razzie'si (sinemanın en kötülerine verilen ödül) de. Dedektif de oldu, kurban da; bilim insanı, dolandırıcı, doktor, hayalet de... Bazı filmleri Oscar'a aday gösterildi, bazılarıysa sadece "Kevin Bacon da vardı," dedirtecek türdendi. Ama her şeye rağmen, o Hollywood'un sevilen yüzlerinden biri olmaya devam etti. Hiç kimse, "Kevin Bacon'dan nefret ederim," demez. Arkadaşım bile röportajı duyunca tek bir şey söyledi: "Şunu mutlaka sor: Hâlâ nasıl bu kadar cool kalabiliyor?"

Bu sorunun cevabı belki de 1984 yapımı "Footloose". O film Amerikan pop kültürüne öyle bir çarptı ki, Bacon'ın sonraki kariyeri o kraterin çevresinde gelişti. Sayısız filmde oynadı ama muhtemelen insanlar onu her zaman önce "Footloose" ile hatırlayacak.

Bacon da bunun farkında. Hafif buruk bir ifadeyle anlatıyor: "Hâlâ 'o bir tane büyük başarıyı' arıyorum galiba," diyor. "Harika bir kariyerim oldu ama bugüne kadar en büyük başarım hâlâ 'Footloose'. Bir tane daha ondan isterdim."

Kevin Bacon "Hâlâ 'o bir tane büyük başarıyı' arıyorum galiba," diyor. "Harika bir kariyerim oldu ama bugüne kadar en büyük başarım hâlâ 'Footloose'. Bir tane daha ondan isterdim."

Ceket Lee x Paul Smith, gömlek Jungmaven

Bugünlerde eşi Kyra Sedgwick'le birlikte Manhattan'daki daireleri ile Connecticut'taki çiftlik evi arasında gidip geliyorlar (çocukları Sosie ve Travis Los Angeles'ta yaşıyor). Bacon'ın babasının sevdiği ne varsa –sanat, tasarım, mimari– şimdi onların evlerinde bolca mevcut. "Evleri tamamen biz döşedik," diyor Bacon. "Tasarımcılar bizden çekiniyor çünkü kendimize ait fikirlerimiz var. 'Eyvah,' diyorlar, 'bunlar ne istediklerini biliyor.'"

Çiftlik demişken... Bacon'ın Connecticut'taki çiftliği tam anlamıyla bir çiftlik: Büyük atlar, küçük atlar, domuzlar, keçiler, tavuklar... Bir ara alpaka bile beslemişler. "Annem çocukken ata binermiş," diyor. "Herhalde o yüzden içimde hep bir kırsal hayat özlemi vardı." 1983'te, daha "Footloose" vizyona girmeden o çiftliği almış. "İlişkimi bitirdim, Connecticut'a taşındım. Ev hayatı: köpekle yalnız adam. Kocaman yün ceketler, odun kesmeler... Tam bir Amerikalı şair Robert Frost ambiyansıydı."

Ceket, gömlek, eşarp ve güneş gözlüğü Bacon'a ait

Sonra Kyra'yla tanışmış. "Kyra bir süre o çiftlik hayatına ayak uydurdu," diyor. "Çocukları Connecticut'ta büyüttük." Ama oğulları altı yaşına geldiğinde Kyra'nın sabrı tükenmiş: "'Ben artık istemiyorum,' dedi. 'Arkadaşlarımla öğle yemeğine çıkmak istiyorum. Bergdorf'a gitmek istiyorum.' Şımarık gibi anlatıyorum ama hiç öyle biri değildir. Sadece yalnız hissetmiş." Büyük bir kavga etmişler ama sonunda New York'a dönmüşler. Ve Kyra yine haklı çıkmış: "Çocuklarımız için en doğrusu buydu. Evliliğimiz için de. Hatta emlak yatırımı olarak bile en mantıklısıydı."

Sosyal medyada Bacon ve Sedgwick çiftinin ilişkisi, hâlâ Hollywood'un en sağlam ilişkilerinden biri olarak görülüyor. Hâlâ tutkulu, hâlâ mutlu, hâlâ birlikte. Bacon bu imajı pek ciddiye almıyor. "Tamamen bizim suçumuz," diyor. "Sosyal medya yüzünden. Ben en başta sosyal medyada olmak istemiyordum. SixDegrees.org için girdim, sonra kendi hesabımı açtım. Ama biri şöyle dedi: 'Eğer yapmak istemiyorsan yapma. Ama yapacaksan düzgün yap.'" Şimdi TikTok'ta 4,2 milyon, Instagram'da 4,6 milyon takipçileri var. "Kyra da başta direnmişti ama şimdi önemini anladı. Bizim işte, sosyal medya görünürlüğü bazen iş bulmak için bile önemli. Ben Oscar'lı biri değilim. Hatta Oscar'a aday bile olmadım. Bir şekilde gündemde kalmam gerekiyor."

"Bizim işte, sosyal medya görünürlüğü bazen iş bulmak için bile önemli. Ben Oscar'lı biri değilim. Hatta Oscar'a aday bile olmadım. Bir şekilde gündemde kalmam gerekiyor."

Bacon hâlâ kendini şanslı sayıyor. "IMDb'ye bak, üç tane para kazanan filmim var. Ama hâlâ iş bulabiliyorum. Çünkü çalışıyorum. Ve bir süredir de sosyal medyada bir şeyler yapıyorum."

Evlilikle ilgili görüşü de hâlâ net: "Evlilikler yürümez. Kaçı yürüyor ki? Umursayan yok." Ama kendisi ve Kyra 36 yıldır evli. "Herhalde bu da bir şeydir."

Gömlek Velva Sheen, vintage jean Levi's, çorap American Trench

Yeni dizisi için Grainger David, Bacon'a içinde Johnny Cash'in "Ain't No Grave" şarkısının da olduğu bir çalma listesi göndermiş. Bacon, dizi satış sunumlarında gitarıyla sahneye çıkıp şarkı söylemiş. "Bir nevi halk ozanlığı," diye gülüyor. İşe de yaramış.

Country müzik Bacon için çok da tanıdık değil aslında. Philadelphia'da daha çok soul ve folk dinleyerek büyümüş. İlk gitarını da ağabeyi Michael almış. Şimdi birlikte Bacon Brothers adında bir grupları var. Müzik tarzlarına "Forosoco" diyorlar: Folk, rock, soul, country.

Bu arada 12 yaşındayken bir soul grubunda çalmış. Grubun adı da Footloose.

"Bondsman"de Hub'ın ölümü, biraz da "Friday the 13th"teki (1980) o boyna saplanan meşhur sahneye bir gönderme mi?

Hayır, öyle bir gönderme yok. Aslında bu, pilot bölümü yeniden düşünmenin bir yoluydu. İlk pilotu çektik, gayet sağlam bir işti ama sonra fark ettik ki izleyiciler Hub'ın nasıl öldüğünü gerçekten görmek istiyor. Yeniden çekim konusu açıldığında oyuncular hep şöyle der: "İlk seferde neden doğru yapamadık?" Ben de genelde bu fikre direnenlerdenim ama neredeyse her zaman sonuç daha iyi oluyor. "Tremors"ın sonunu yeniden çektik. "Footloose"un da. En son rol aldığım "Beverly Hills Cop" filminde de aynı şey oldu. "Tremors"ta seyirci şöyle dedi: "Kızı öpmeli." Oysa orijinalde öpmüyordum. Biraz daha hüzünlü, biraz daha gerçekçi olsun istemiştim. Ama madem yerin altından dev solucanlar çıkıyor, neyin gerçekçiliği bu?

Dizideki müziklerin Nashville etkisi epey güçlü. Orada çok zaman geçirdiniz mi?

Yılda bir kez konser vermeye uğrarız ama orada hiç çekim yapmadım. Ağabeyim Michael gençken Nashville'e taşındı. Monument Records'la bir yayın anlaşması yaptı, solo kariyeri oldu, şarkı yazarı olarak da orada klasik Nashville düzenine girdi. Her gün ofise gider, başka müzisyenlerle oturur ve hit şarkı yazmaya çalışırlardı. Onu çocukken ziyaret etmiştim. Güney'e ilk gidişimdi.

1989'da "Tremors"ı çekmeye gittiğimde arabada başka hiçbir şey bulamıyordum, sadece country müzik çalıyordu. Walkman'im vardı, o dönemde country'e ısınmam orada başladı. "The Bondsman" ortaya çıktığında ise müzik kısmı çoktan senaryonun içine işlenmişti. Hub zaten eski bir müzisyen olarak yazılmıştı.

Ceket Lee x Paul Smith, gömlek Jungmaven

Dizi yer yer biraz tiksindirici. Korku-komedi türüyle aranızda özel bir bağ mı var?

Bunu sorman komik çünkü insanlar bana neden sürekli korku projelerine döndüğümü hep soruyor. Mesela bence korku-komedinin harika bir örneği olan "Tremors", stüdyonun nasıl pazarlayacağını bilemediği bir filmdi. Amerika'nın iç kesimlerinde özellikle sevilen bir yapım ama herkes unutur: O film gişede patladı. Bugün hâlâ konuşuluyorsa tamamen VHS'in ve "Blockbuster" döneminin patlaması sayesindedir.

Sonrasında "Tremors"un devam filmleri geldi, geldi, geldi... Ama ben hiçbirinde yoktum. Çünkü şöyle düşündüm: "Hit olmamış bir filmin devamında neden olayım ki?" Onlarsa "Ama VHS'ten deli gibi satacağız," dediler. Ama ben video kaset raflarının yıldızı olmak istemiyordum.

Hiç Philadelphia'lı yönetmen M. Night Shyamalan'la çalıştınız mı?

Hayır. Garip aslında çünkü ikimiz de Philadelphia'lıyız. O da tüm işlerini orada çekiyor ama hiç kapımı çalmadı.

Başlarda çok da sevmediğiniz ama sonradan fikrinizin değiştiği filmler oldu mu?

Açık konuşayım, bu soruya cevap vermek zor çünkü filmlerimi tekrar tekrar izleyen biri değilim. Ama yakın zamanda 25. yıl özel gösterimi yapılan "Stir of Echoes"ı yeniden izledim. Ve o film gerçekten çok iyi. Yönetmeni David Koepp hâlâ çok yakın bir arkadaşım. Zaten filmi o zaman da beğenmemiş değilim ama... M. Night'tan bahsetmişken şunu anlatayım: "Stir of Echoes"u çekerken stüdyo "The Sixth Sense"in senaryosunu duymuş. O dönemde bir şekilde ellerine geçmiş. Eğer "Stir of Echoes" daha önce vizyona girseydi "The Sixth Sense" yine çok büyük bir başarı olurdu, orası kesin. Ama ikisinde de küçük bir çocuk ölülerle iletişim kuruyor, gözleriyle görmediği şeyleri anlatıyor... Aynı dönemin ruhu diyebiliriz. Biz bu benzerliği gündeme getirdiğimizde stüdyo sadece şunu dedi: "Endişelenmeyin çocuklar, siz film pazarlamaktan ne anlarsınız ki? Biz biliyoruz."

ABD tarihinin en büyük ponzi sistemini kuran ve sizin de servetinizi kaptırdığınızı kabul ettiğiniz Bernie Madoff hakkında konuşmamız sakıncalı mı?

Hayır, sorun yok. Zaten söylenecek çok fazla bir şey de yok. Eğer bir şey gerçek olamayacak kadar iyiyse büyük ihtimalle gerçek değildir.

Dışarıdan bakınca siz ve Kyra bu süreçte pek yıpranmamışsınız gibi görünüyor.

Hayır, yıpranmadık. Sadece daha dikkatliyiz artık.

Gittiğim bir spor salonu var. Orada çok az alet var, genelde içeride sadece birkaç kişi olur. Duş yok, çok sade bir yer. Ama bir bacak presi var. Acayip zorlayıcı bir alet. Sırtüstü yatıp ayaklarını yukarı doğru itiyorsun ya [burada pozisyon alıp gösteriyor]. O pres tam pencerenin yanında ve ben her seferinde o pencereden baktığımda Madoff'un olduğu binaya bakıyorum. Canım yanıyor, bacaklarım titriyor ama bir yandan da kendime "Dayanacaksın," diyorum. Bir bakıma komik. Çünkü biz Madoff olayında da aynen böyle hissettik. Kötüydü, çok sinirlendik elbette. Ama sonra ertesi sabah kalktık ve birbirimize şunu sorduk: "Elimizde ne var?" Birbirimizi seviyoruz. Çocuklarımızı seviyoruz. Sağlıklıyız. Kimse bizden mesleğimizi almadı. Ve işe geri döndük.

"Hâlâ bu işi ne kadar çok sevdiğime şaşırıyorum. Oyunculuğa bayılıyorum. Ve bu üretme hali, her sabah haberlerde duyduğum şeylere karşı bir tür panzehir gibi geliyor bana. Sabah rutinimi bilinçli bir şekilde yapmaya çalışıyorum; günün geri kalanında da kafamda hep 'Bugün ne üretebilirim?' sorusu dönüyor."

Kariyerinizde sizi hâlâ şaşırtan bir şey var mı? Sete adım atıp da "Vay be!" dediğiniz anlar oluyor mu?

Beni şaşırtan şey, hâlâ öğrenecek ne kadar çok şey olduğunun farkına varmam. Bazen sahnede öyle bir an geliyor ki, gerçekten özgür olduğumu hissediyorum. Ya da daha önce hiç keşfetmediğim bir karaktere bürünüyorum ve bambaşka bir yere gidiyorum onunla. Bunun bir kısmı da yaş almakla ilgili sanırım: Hayattaki deneyimlerin oynadığım karakterlerle örtüşmesi ya da bazen hiç örtüşmemesi.

Hâlâ bu işi ne kadar çok sevdiğime şaşırıyorum. Gerçekten. Oyunculuğa bayılıyorum. Yaratmaya bayılıyorum. Ve bu üretme hali, her sabah gazetede okuduğum, haberlerde duyduğum şeylere karşı bir tür panzehir gibi geliyor bana. Sabah rutinimi bilinçli bir şekilde yapmaya çalışıyorum; günün geri kalanında da kafamda hep "Bugün ne üretebilirim?" sorusu dönüyor.

Bazen "sanatçı" kelimesini kullanmaktan çekiniyorum çünkü kulağa fazla iddialı geliyor. Müzik dünyasında hiç sorun etmiyorlar, ağızlarından düşmüyor. Ama bence yaratmak biraz başka bir şey. Sanat mı? Kim bilir. Belki de bu yüzden "Tyler, the Creator" ismini bu kadar seviyorum.

Daha Fazlası

Dünyaca Ünlü Sanat Zirvesi İstanbul'da

No. 14, Bishop’s Stortford: Tarih ve Modernliğin Buluştuğu Ödüllü Bir Dönüşüm

Borusan Sanat Müdürü Aydın Dorsay ile Avrupa’ya Açılan Bir İstanbul

2025 Emmy Adaylıkları Açıklandı