Kültür > Sanat

Gözü kara, bir o kadar da temkinli: Yurdaer Okur

Gözü kara, bir o kadar da temkinli: Yurdaer Okur

Onu, bugüne kadar yer aldığı projelerde canlandırdığı zeki ama bir o kadar da ‘hafif’ psikopat ve gizemli karakterler sayesinde tanıdık. Roller insanın üzerine mi yapışıp kalıyor yoksa algıda öyle bir yaklaşım mı oluşuyor, tartışılır ama kendisinin de aslında tıpkı can verdiği karakterler gibi ‘serin’ bir adam olduğunu düşünürdüm. Ta ki, tanışana kadar…

14 Mart 2016

Onu, bugüne kadar yer aldığı projelerde canlandırdığı zeki ama bir o kadar da 'hafif' psikopat ve gizemli karakterler sayesinde tanıdık. Roller insanın üzerine mi yapışıp kalıyor yoksa algıda öyle bir yaklaşım mı oluşuyor, tartışılır ama kendisinin de aslında tıpkı can verdiği karakterler gibi 'serin' bir adam olduğunu düşünürdüm. Ta ki, tanışana kadar…

Beraber geçirdiğimiz vakit boyunca şayet rol yapmadıysa; son derece sakin, güleryüzlü ve hatta oldukça komik bir adam vardı karşımda. Bu aralar Atv'de yayımlanan 'Yeter' dizisinde başarılı beyin cerrahı Yekta Harmanlı'ya hayat veren Yurdaer Okur'dan bahsediyorum. Hazır dizisi de bu kadar merak uyandırmışken, fırsat bu fırsat diyerek kendisiyle bir araya gelerek onun gerçek hikâyesini dinledik.

Takvimler 29 Ekim 1974'ü gösterdiği gün Rize'de, orta sınıf bir ailenin oğlu olarak dünyaya gözlerini açtı. Sağlık memuru olan babası ve ev hanımı olan annesinin ilk çocuğuydu. Babasının tayinleri sebebiyle annesi ve biri kız olan iki kardeşiyle birlikte Samsun'un birçok beldesinde yaşadı. Bafra ve Çarşamba gibi birçok yerde ilkokul, ortaokul ve lise sıralarında öğrenciyken, hayatı son derece sıradandı.

Derslerinde başarılı bir öğrenciydi. Sosyal yönü ağır bassa da matematiğe de kafası çalışırdı. Hatta bu yüzden başta kendi ailesi olmak üzere çoğu ailenin benimsediği bir düşünce olarak; üniversitede İngilizce İşletme bölümünde okuması en hayırlısıydı. Ne de olsa 'garanti' işlerin bölümüydü… Ancak sınav sonucuna göre yerleştiği bölüm, Akdeniz Üniversitesi Turizm İşletmeciliği bölümü oldu. Görüyorsunuz; hayatı halen sıradan ve bilindik bir hikâye çerçevesinde dönüyor.

Çok büyük bir hayal kırıklığı yaratmadı, bu sonuç; dramatik bir hale getirmeye gerek yoktu. Ne de olsa mezun olduktan sonra koskoca oteller yönetecekti! Üniversitenin üçüncü sınıfına kadar, kışları okula gidip yazları da otellerde zorunlu staj yaptı. Hikâye halen aynı seyrinde devam ediyor… Ta ki, ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçtiği yıla kadar! "Aslında çok güzel bir meslek…

O bölümü kazandığınızı öğrendiğinizde çok büyük bir beklenti içine giriyorsunuz; 'Turizm işletmecisi olacağım! Otel yöneteceğim!' diye... Ama tabii işin gerçek yüzü hiç böyle değil. Bizim her yaz, 75 gün süren zorunlu stajlarımız vardı. Havuz barında da çalıştım, yağmur altında kasalar da taşıdım. Bir hafta içinde üç dört otel değiştirdiğimi biliyorum; kaçıyorduk otellerden…

Turist müşteriler beni görüp bir şey isteyecek diye, sürekli bir yerlere saklanırdım. Olmuyordu yani… Hizmet etmek bana göre değildi, 'Biz işletmeciyiz kardeşim ne işimiz var burada?' hissi yaratıyordu sanırım. Ama tabii hayatın gerçeği bu değil." diyerek o günlerde artık ne yapmak istemediğini anlayan, 20 yaşında bir genç olduğunu anlatıyor, Yurdaer Okur.

Çocukluk yıllarında çok meraklı olduğunu; toprağı, solucanları, karıncaları ve böcekleri incelediğini; futbol oynayarak, yüzerek ve fındık toplayarak gençlik yıllarını geçirdiğini anlatıyor sonra...

Aslen Ordulu. Dedesi halen Ordu'nun bir köyünde yaşıyor. Yazları fırsat buldukça ailesini de alıp kendini köyüne atıyor. O coğrafyanın hırçın, dalgalı ve hareketli yapısı, çoğu Karadeniz insanında olduğu gibi kendisinde de mevcut. Sanırım özgür ruhlu, hırçın yanı üniversitenin ikinci sınıfından üçüncü sınıfına geçtiği yaz ağır basıyor. Zira otellerin ağır çalışma koşullarında yaptığı zorunlu stajlarından fırsat buldukça ailesinden uzakta yaşadığı yepyeni bir şehirde keşifl ere çıkmaya başlıyor. Şiirleri keşfediyor…

Hatta Antalya Kaleiçi'nde bir yayınevine ait standın satışından da sorumlu oluyor. Şiirdi, kitaptı derken tiyatro ile tanışıyor. İş, üniversitede bir grup arkadaşı ile şiir dinletileri düzenlemeye kadar gidiyor. Amatör bir tiyatro grubu bile kuruluyor! Bir gün, bir arkadaşının "Ya senin ses tonun çok güzel; şunu sen okusana." demesiyle başlayan yeni hayat hikâyesi ilk sahneye çıktığı gün "Ben gerçekten tiyatro yapmak istiyorum." düşüncesiyle şekillenmeye başlıyor.

O dönem hiç kimseye belli etmeden; 'denemek için' Hacettepe Üniversitesi'nin konservatuar sınavlarına giriyor. Sırf kendini ve yeteneğini 'bir' denemek için girdiği sınavı, neredeyse yüzlerce kişiyi geride bırakıp kazanıyor. Tiyatro okumak istemesi, radikal bir kararla okulunu yarıda bırakması onun için bir ilk. "Ne olursa olsun, doğru bir hissin peşinden gittiğimi biliyordum…" diyerek o gün aldığı kararın ne kadar yerinde olduğunu anlatıyor, Okur.

Ailesinden gelen tepkiler doğal olarak; "Sen nasıl bizim üç yıllık emeğimizi çöpe atarsın… Ne; tiyatro mu?" şeklinde olmuş. İlk başta fazlasıyla karşı çıksalar da zamanla ailesinin desteğini de almış. Hemen araya giriyor bu konuya değinmişken; "Şimdi empati kuruyorum da…

O dönemde Türkiye'de tiyatro okumaya kalkışmak, hayata tutunmak daha zordu tabii. Ailen seni okuyasın diye başka bir şehre yollamış; emek vermiş. Bir yandan haklılar. Ama yine de bir şeyi 'gerçekten' istiyorsak, peşinden koşmamız gerektiğini düşünüyorum."

Kendini 'bir' denemek için girdiği sınavı; Cüneyt Gökçer, Asuman Korad, Lemi Bilgin ve Çetin Tekindor gibi 'baba' isimlerin önünde vermiş. Yatılı okumuş. Zaten okul, evleri gibiymiş. Geceleri uyanıp sabaha kadar tiyatro oynarlarmış. Hatta dönemleri gelip çattığında provalarını ve sınav parçalarını her zaman okulun güvenlik görevlilerinin karşısında yaparlarmış. "Onlar ne derse benim için tamamdı.

Çünkü tiyatro hakkında hiçbir şey bilmeden, tamamen duygusal bağ kurarak en doğal ve en güzel eleştirileri onlar yapardı." diyerek o dönemde sadece ama sadece tiyatro yapmaya odaklandıklarını, hatta mezun olduktan sonra ne olacağı konusunda herhangi bir kaygılarının olmadığını itiraf ediyor: "Ankara'nın o sakin yapısını seviyorum. İstanbul'da hayatı, ucu çok daha açık bir şekilde yaşıyorsunuz; dolayısıyla hayat kaygısı da çok genç yaşlarda başlıyor."

Ve mezuniyet günü gelip çatar… 'Mezun olduktan sonra ne yapacağız' kaygısı gütmedikleri için hedefl erinin direkt olarak devlet konservatuarı sanatçısı olmak olduğunu anlatıyor. Ama mezuniyet oyunlarını Genco Erkal'ın izlemesi, hayatını bir anda değiştirir: 1999 yılında, 25 yaşında genç bir öğrenci olarak o gün itibariyle İstanbul'daki 'Dostlar Tiyatrosu'nun bir oyuncusu olmuştur.

Serde bir 'gözü kara'lık olduğu aşikâr. Zira kurtlar sofrası İstanbul'a gelirken herhangi bir çekincesi olmamış. Gerçi anne tarafının İstanbul'da yaşıyor olması da bunda olumlu bir etken olmuştur elbette. İstanbul'daki ilk yıllarında bir arkadaşıyla ortak tuttuğu Bahariye'deki dairede yaşar.

Birkaç yıl çıkılan turneler, sergilenen oyunlar derken 2002 yılında sınava girerek Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda memur olur. Böylece tam 10 yıl süren Diyarbakır-İstanbul arasında deyim yerindeyse mekik dokuyarak geçen bir hayat yaşar. "10. yılın sonunda oynadığımız oyun bitince, 'Evet, oynadık ve bitti şimdi n'apıyoruz, nasıl para kazanmalı, seslendirme mi yapsak, reklam filminde mi oynamalı?" gibi para kazanma kaygısının yavaş yavaş başladığını belirtiyor. Reklam ajanslarıyla görüşmeler, gelmeler, gitmeler…

2000 yılı itibariyle hayatımıza televizyon dizilerinin de girmeye başladığını söylüyorum bunun üzerine… Beni hemen uyarıyor: "Ama madalyonun öbür yüzü o kadar ak değildi işte; nasıl desem… Oyuncularla uğraşmıyorlardı o dönem. Daha çok şarkıcılarla, türkücülerle yapıyorlardı dizi projelerini. Hatta sessiz çekim yapılır, oyunculara da dublaj yaptırılırdı."

Bunun üzerine kendisinin dublaj yapıp yapmadığını soruyorum. "Yapmadım demeyeyim şimdi. Çok kısa bir süre yaptım; çünkü o işler bana göre değildi. Bana göre oyuncu dediğin sahnede ya da ekran karşısında olmalıydı. En azından ben böyle düşünüyordum. Beni fişekleyen tek duygu seyirci karşısında olmaktı." diyor, Okur.

Oyuncu olmanın o sıralar kendisinde nasıl bir duygu yarattığını soruyorum bunun üzerine… "Oyunlar iyi gidince, ödüller gelince, hatta bir gün sokakta simit yerken tanınınca…" diye başlıyor. Bir saniye… Daha dizi film oyuncusu değil. Gülüyor ve hiç unutamadığı bu anısını başlıyor anlatmaya: "Bir gün Talimhane'de, elimdeki simidi ısıra ısıra yürürken birisi yanıma gelip bana hayranolduğunu ve tam dört kez beni oyunda izlediğini söylemişti.

O an hocalarımdan rahmetli Ecder Akışık geldi aklıma. Vakti zamanında bizlere 'Bir sanatçı asla elinde simitle sokakta dolaşmaz.' demişti. O an 'A, adam haklıymış.' Allah rahmet eylesin… Şaka bir yana; o dönem sadece tiyatro yapıyorsunuz ve birisi sizi gelip tanıyor üzerine de hayran olduğunu belirtiyor. Tam bir sürprizdi."

Bugün hayran kitlesinin ağırlıklı olarak 'Karadayı'nın Savcı Turgut'u ve şimdilerde yayımlanan 'Yeter'in beyin cerrahı Yekta'sı sayesinde oluştuğu doğru. İlk televizyon projesine değiniyoruz bu kez. Keremcem ile 'Aşk Oyunu' adlı dizide oynamış.

Başrol karakterinin beyninde çıkan ura çare bulmak için yurtdışından gelen beyin cerrahını canlandırmış. "Beyin cerrahı olarak geldim, beyin cerrahı olarak devam ediyorum işte…" diyerek bu tesadüfi durumu açıklıyor. Bu arada oldukça başarılı bir oyuncu kadrosuna sahip olan 'Köprü' dizisinin de oyunculuk kariyerinde çok etkili olduğunu vurguluyor hemen.



Tiyatro okuyup da dizi oyuncusu olma fikrine karşı mıydınız?

Genellikle o dönemde tiyatro oyuncularının böyle bir duruşu vardı. Bizler daha çok sahneye ve tiyatroya konsantre olduğumuz için; açıkçası olumsuz bakıyorduk. Ama zamanla şunu gördüm ki; televizyon denilen cihaz milyonların evine giriyor ve etkisi inanılmaz büyük. Ve televizyon için yapılan incelikli işler seyirciye hemen geçiyor; oyuncu ile seyirci arasında bambaşka bir bağ kuruluyor. Bu bağı tiyatroda asla kuramazsınız.

Bir kamera vasıtasıyla evlere girip sizin yüzünüzdeki en ufak mimiği, gözünüzün içindeki hissiyatı alıyor izleyici. Dolayısıyla bunun oyuncuya çok büyük bir sorumluluk da yüklediğini anladım. Televizyon işini küçümsememek gerekiyor. Kamera hiçbir şeyi affetmiyor çünkü. Belki tiyatroda birtakım şeyleri tolere edebilirsiniz ama kamera karşısında bunu yapamazsınız. Eskiden insanlar canlandırdığınız karakter yüzünden gerçek hayatınızda da sizi 'o karakter' sanırdı. Ama artık öyle değil; gerçekten 'o karakteri' o şekilde oynadığınız için takdir alıyorsunuz.

Bir yandan da 'davetsiz misafir'siniz. Bu,aksi bir etki de yaratabilir; siz izleyicinin evine davetsizce misafir oluyorsunuz, o da sizden yakınlığı talep edebilir.

Evet, doğru söylüyorsun. Çünkü izleyici kendini sana yakın görmeye başlıyor. "Beni meşgul ediyorsun. Ben de seni tanıyacağım." diyor.

Sokakta hayranlarınızla aranızdaki mesafeyi nasıl koruyorsunuz? Temkinli misinizdir bu konuda?

Öyle çok 'büyük büyük' mesafeler asla koymam, koyamam da. Sonuçta ne olursa olsun seni televizyondaki karakter olarak da tanısalar çevresel faktörlerden kaygı duymam, genellikle oldukça rahat yaşayan birisiyim; buraya gelirken dolmuşa binip geldim mesela… Parklara, pazara giderim.

Bir de tabii şöyle bir şey de var; sen ne kadar rahat olursan karşındaki de o kadar rahat oluyor. Biz bu ilişkilerden besleniyoruz sonuçta, bunu da unutmamak gerekiyor. Aksi halde, kendimizi reddetmiş oluruz. Kendimizi, alışkanlıklarımızı, yaşantımızı değiştireceksek o zaman bizi besleyen damarları da kesmiş oluruz.

Tiyatro kökenli bir oyuncu olarak tiyatronun kendisinde elbette özel bir yeri var. Ancak ben yine de; tiyatro-sinema-dizi film üçlüsü arasında bir kıyaslama yapmasını istiyorum… "Tiyatronun gönlümde çok özel bir yeri var. O yüzden 'Karadayı'dan kazandığım tüm parayı buraya (Entropi Sahne) yatırdım. Bu zamana kadar öğrendiklerimizi bırakabileceğimiz, ilerletebileceğimiz bir yer bırakalım diye tiyatro kurduk. Eskise de, eskimiş gibi görünse de 'tiyatro' benim uzaklaşıp kopacağım bir şey değil.

Zaten devlet tiyatrosunda halen oyunlarım oynuyor; bir yandan rejisörlük görevim de devam ediyor. Bir de tiyatro eğitimi alan her oyuncu bir gün kendi tiyatrosunu kurmak ister. Sonuçta bunca yıl televizyonda çalışıyoruz; tiyatro kurmak için… Kutsal bir amaç için yola çıktık, sonunda gerçekleştirdik." Sinema konusu ise, gönlünde kanayan bir yara…

Şöyle içine sinen bir filmde oynamak halen kısmet olmamış; ama bir kısa filmi var. Hatta kamera ile ilk kez tanışması Fransız yapımı bir kısa film sayesinde olmuş. Film, Paris'te de gösterime girmiş. Fakat İstanbul-Diyarbakır arasında mekik dokuması, dizi film projeleri derken nedense sinemacılar ile bir türlü denk düşememiş.

Bugüne kadar canlandırdığı hafi f psikopat, takıntılı ve kötü karakterler ile karşımıza çıktı. Özellikle tercih ettiği bir şey mi bu yoksa bir gün komedi oynamak ister mi… Komedi mi dram mı; kendini hangisine daha yakın hissediyor? "İkisine de çok yakınım aslında. Bugüne kadar hep kötü karakterler denk geldi ama bir gün komedi yapıp herkesi şaşırtacağım.

Şaka bir yana; komedi bizim hayatımızda her zaman var. Aslında Savcı Turgut karakterinde bile içindeki eğlenme duygusunu ortaya çıkarmaya çalışan bir oyuncuyum. Umarım iyi bir komedi işiyle seyirciyi 'kötü' düşünceden kurtaracağım.

Uzun süre canlandırılan karakterler, insanın üzerine yapışıp kalıyor mu?

Doğruyu söylemek gerekirse; evet kalıyor. Hani diyorum ya; bu tamamen seyirci ile ilgili bir durum. Seyirci de bizim piyasamız da yavaş yavaş gelişiyor diye… Arz-talep meselesi gibi de görebilirsiniz bunu. İzleyici oyuncu ile karakteri özdeştirince; yapımcılar da oyuncunun üzerinden riske girmek istemiyor.

Artık hiçbir yapımcı oyunculara değişik karakterler vererek riske girmiyor. "Bundan önceki projende çok iyi bir kötü adam mı oynadın, al bundan sonra bütün kötüler senin." bakış açısı… Çok yanlış bir düşünce! Profesyonel bir gözle bakılmıyor demek bu da.

Halbuki bir oyuncu her karaktere girebilmeli. Bu arada benzer durum iyi tutmuş işleri uzatmak için de geçerli. Tadında bırakmak lazım... Koca bir yanılgı üzerinden zaman kaybı, para kaybı her türlü kaybı yaşıyorsunuz.

Savcı Turgut'tan sonra siz de Yekta ile benzer bir karakteri canlandırmış oluyorsunuz. Yekta'nın Turgut'tan farkı neydi size göre?

Kabaaca 'kötü' sayılabilecek bir adamı canlandırıyorum; seyircinin merakını uyandıran bir adam. Seyirci alışkın değildi bu karaktere. Bir önceki karakterime bir parça yakın bulmakla beraber bu meselenin tamamı beni çok etkiledi. Beyin cerrahı bir adam, işinde çok başarılı ama böyle bir adamın ailesiyle problemler yaşaması etkileyici. Bu karakteri oynamak ve zamanlar şifreleri çözmek çok hoşuma gitti açıkçası. Yekta Bey şaşırtıcı bir şekilde tuttu. Karakterin naif bir yanı da var; oradan yırtıyor bence.

Kötü bir karakteri canlandırmak oyuncu için bir avantaj mı, dezavantaj mı sizce?

Avantaj bence… Çünkü iyiyi oynamak sınırları çok zorlamaz. O karakterin yapabilecekleri hep gördüğümüz şeylerle sınırlı kalır. Daha 'kahramanvari' yani. Oysaki, bir Batman'e bakın; Joker o kadar iyi oynamasaydı Batman kahraman olamazdı. İyinin karşısında onu ne kadar zorlayan kötü bir karakter varsa; iyi karakter de o kadar iyi oluyor.

Bir oyuncu kötüyü her zaman en 'iyi' şekilde oynamak zorunda. Toplum olarak da biraz 'zor'u da seviyoruz sanırım. Zor şartlarda büyüyoruz, zor şartlarda çalışıyoruz; dolayısıyla hafif zeki ama psikopat roller daha çok merak uyandırıp seviliyor.Bence bu durumu sosyologlar bir araştırmalı. Pek normal bir durum değil çünkü bu.



Türkiye'de oyuncu olmakla ilgili bir derdiniz var mı?

Olmaz olur mu, dizilerin sürelerine artık bir kesinti kesinlikle getirilmeli. Kendimden örnek vereyim; haftanın altı günü çalışıyorum sabah saat 07.00'de sete gidiyorum. Geçen hafta kızımı altı gün göremedim mesela… Çok ağır şartlarda çalışıyoruz gerçekten. 170 sahne, 125 sayfa senaryo… Her hafta her hafta bunu tamamlayabilmek de inanılmaz bir başarı, bunu da belirtmeliyim.

Ama artık şöyle bir şey olmaya başladı. "Biz 110 dakika yaptık; onlar 120 dakika yapmış haydi, yükseltelim!" Reyting yarışları çok tehlikeli bir duruma doğru gidiyor. Çılgınlığa doğru ilerliyoruz resmen! Bu böyle devam edemez; ya yapımcılar birliği toplanıp kısıtlama getirmeli ya da Allah korusun oyuncular can vere vere çalışmaya devam edecek.

Herkesin kendine göre bir özel hayatı var sonuçta…

Tabii ki! Bir de bir karakteri canlandırıyorsun, o gerçek sen değil ki. Ama bu çalışma şartlarında üzerinden o karakteri atamamaya başlıyorsun. Ne yapacaksın, yani sürekli Yekta Bey gibi mi yaşayayım? Bir de kusura bakmasınlar ama öyle herkesin kolay kolay üstesinden gelebileceği bir karakter değil Yekta Harmanlı.

Böyle büyük ve zor rollerin üstesinden gelebilmek için işin eğitimini illa ki almak gerektiğine inanıyor musunuz? Yoksa Allah vergisi bir yetenek de olabilir mi?

En önemli şeyin Allah vergisi yetenek olduğuna her zaman inanırım. Ne kadar çalışırsa çalışsın insanın içinde yoksa başarının geleceğini pek sanmıyorum. Aslında konservatif bir yapım da var; eğitimin şart olduğunu düşünüyorum. Konservatuarda geçirdiğiniz süre zarfında sesinizi, vücudunuzu, nefesinizi, elinizi kolunuzu sahneye nasıl koyacağınızı öğrenirsiniz. Ama bunu gidip kendinize kitaplar alıp kendi kendinizi de eğitebilirsiniz ya da bir hocadan destek alarak da yapabilirsiniz.

Konservatuarda tiyatro eğitimi almanın diğer sanatlara göre tek farkı ekip halinde yapılıyor olması. Kısacası bir topluluğun parçası oluyorsunuz. Yoksa konservatuar okumadan kendini çok iyi yetiştirmiş kişiler de izliyoruz. Konservatuar, biraz da insanın beyni ve kalbi arasındaki ilişkiyi çözmesini sağlayan bir ortam sağlıyor aslında. Sahnede bırakın oynamayı duramazsınız bile öteki türlü.

Yeni nesil oyuncular hakkında neler düşünüyorsunuz?

Gençleri çok cesur buluyorum. Onların yaşındayken biz bir parça geride kalmayı tercih ettik; özgüvenimiz azdı. Yeni nesil gençlerde de bu had safhada. Aslında çok bıçaksırtı da bir durum... Kendi yazdıkları oyunu oynayanlar var. Türk tiyatrosu için çok büyük şanslar bence.

Cesaret dediğimiz şeyde genç yaşta önünü daha çok görüyorsun, çok güzel adımlar atabiliyorsun. O yüzden burada o bıçaksırtı dediğim nokta ortaya çıkıyor. Sağlam adımlar atabilen arkadaşlarla gurur duyuyorum. "Ama kaybedeceğim ne var ki!" diye yola çıkanlara da özgüvenli olmalarını ama bir yandan da klasik duruşu unutmamalarını tavsiye ediyorum.



Avrupa sineması mı, Hollywood mu? Bir de, hangi yönetmenle çalışmak isterdiniz?

Avrupa sineması. Michael Haneke, yönetmen olsun. Fransız sinemasını da çok seviyorum. Danimarka, Polonya sineması da bizim etkilendiğimiz renklerden. Anlık insani durumları, aslında bizim sürekli karşılaştığımız, yaşadığımız olayları farklı şekillerde sunmaları dolayısıyla çok seviyorum bu sinemaları.

Yekta karakteri ile Yurdaer Okur'u kıyaslamanızı istesem…

Ben de Yekta gibi ayrıntılarda boğulan, ince düşünen birisiyim. Role çalışırken, rolü sahneye koyarken karakter gibi düşünmekten ötürü zamanla her şeye daha 'ince' bakmaya başlıyorsun. Daha doğrusu farklı bakabilmeyi seviyorum. Savcı Turgut'ta da böyleydi. Direkt olarak nefret etmiyorsunuz "Çok seviyorum ama nefret de ediyorum." duygusuyla geliyor insanlar size.

İki gündür gözlemlediğim kadarıyla sakin bir yapınız var. Sizi genellikle neler kızdırır?

Evet, genellikle çok sakinimdir ama hani haksızlığa uğradığımda, birisinin haksızlığa uğradığını gördüğümde ya da üzerine vazife olmayan durumlar karşısında yorum yapanlar olduğunda tepkim kat be kat daha farklı olabiliyor. Sonunda başka bir dilden anlamayanlara son çare olarak siz de farklı bir dil kullanmaya başlıyorsunuz. Keşke herkes birbirini daha iyi anlayabilse, karşılıklı empati kurabilse… Ben zannediyorum ki; herkesin empati yeteneği benim kadar kuvvetli…

Ben karşımdaki gibi olabilmeyi, onun gibi düşünebilmeyi seviyorum. Maalesef derin ve ince düşünmek aslında bizim gibi insanlar için bir falso. Ani ve zor durumlar karşısında soğukkanlılığınızı koruma beceriniz ne durumdadır? O konuda gerçekten çok iyiyimdir. Soğukkanlılığı her an en üst seviyede tutabilirim.

Ne de olsa artık babasınız, hayata karşı daha sağlam durmanızı gerektirir bu… Baba olmak sizde neleri değiştirdi?

Doğumdan sonra anneyi dikişe aldıklarında bebek ile babayı çok kısa bir süre yalnız bırakıyorlar. Bizim de öyle bir yalnız kalmışlığımız var. O esnada Nar, gözlerini açıp bana baktı ve "Ben hep vardım, siz kimsiniz?" diyordu resmen. İşte orada bir şeyler oldu bana. "Bu nasıl bir dünya, ben nereye geldim." gibi değil de "Zaten burası benim alanımdı sen kimsin?" bakışıydı.

O an aslında bu dünyada yalnız olmadığımızı anladım. Baba olduktan sonra artık adımlarımı atarken ilk önce kızım Nar'ı, ailemi düşünüyorum. Daha evcimen oluyorsunuz… Onunla bir an önce görüşmek için eve hızlıca gidiyorum. Anlatılamaz, bu duyguyu yaşamanız gerekiyor. Anneçocuk, baba-çocuk, aile-çocuk ilişkisi çok kutsal.

40'lı yaşlarınızın başındasınız. Hiç yaşlanma ile ilgili bir derdiniz oldu mu?

Öyle bir derdim yok ama insan çocuğunu düşünüp ona odaklanıyor. Yaşlanacağız öleceğiz tamam ama dünyanın gidişatıyla ilgili kaygılarım oluşmaya başladığı için daha fazla düşünür oldum. 10 yıl sonrayı görememek ve çocuğum için bir güven çemberi oluşturamamak beni kaygılandırıyor. Ama yine de umutluyum gelecekten.

Son olarak şu an bulunduğumuz mekâna gelelim; Entropi Sahne'yi kurma fikri ve oluşum sürecinden bahsedelim biraz…

Boş alan yaratıp burada tiyatro yapalım, workshop'lar düzenleyelim, oyunculuk kursları açalım dedik. Üst katta sahne, altta da stüdyo kurduk; radyo tiyatrosu yapacağız. Hem devlet tiyatrosundan hem de özel tiyatrolarda oynayan oyuncu arkadaşlarımızla yeni projeler hazırlayıp sahneleyeceğiz. İlk oyunumuz 'Pillow Man – Yastık Adam'.

Entropi adı nereden doğdu?

Bu sokağın adı, Piri Çavuş Sokak. Dolayısıyla Piri Çavuş'tan yola çıkıp 'Tiyatro Piri' koysak çok ters anlaşılabilirdi; tiyatronun 'piri' gibi. Sadece 'Pi' diyelim dedik; o da çok kısa geldi. Sonra entropi yasası (düzensizlik yasası) ile kendimizi çok yakın bulduk. Teolojide, felsefede, fi zikte çok önemli bir yeri vardır bu felsefenin; aynı zamanda bir matematik formülüdür. Her şeyin daha başından beri çok düzensiz gittiğini savunur.

Benim için çok keyifli bir söyleşi oldu… Eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Avrupa'da tiyatro açtığınız zaman bir şeye ihtiyacınız olup olmadığı sorulur burada ise tam tersine. Barınmaya ve ayakta kalmaya çalışan o kadar çok tiyatro var ki, inanamazsınız. Dolayısıyla yerel yönetimlerin tiyatroları desteklemesi gerekiyor, vergilerin düşürülmesi söz konusu olabilir.

Unutmasınlar ki; buradaki gençler ileride tiyatro tarihinde yer alacak isimler. Onları hafife almasınlar. Beyin öyle kolay kazanılan bir şey değil. İnsanlar beyinlerini tiyatro yapmak için yatırım yaptıysa, bu insanları koruma altına almak gerekiyor bence.

Röportaj: Seda Karan
Fotoğraf: Cem Talu
Moda Editörü: Duygu Altıparmak

Daha Fazlası

Dünyaca Ünlü Sanat Zirvesi İstanbul'da

No. 14, Bishop’s Stortford: Tarih ve Modernliğin Buluştuğu Ödüllü Bir Dönüşüm

Borusan Sanat Müdürü Aydın Dorsay ile Avrupa’ya Açılan Bir İstanbul

2025 Emmy Adaylıkları Açıklandı