Sende ben imkânsızlığı seviyorum; fakat asla ümitsizliği değil
Kan emicilere dair 1.170 kelime
Giriş Tarihi: 25.12.2012
15:05
Güncelleme Tarihi: 25.12.2012
15:08
Anne ve babası; okula başlama yaşının altıya indirilmesi, kesintisiz eğitimden kademeli 12 yıllık eğitime geçilmesi, okullar arası sınavsız geçişlerin sağlanması, seviye belirleme sınavlarının kaldırılması, seçmeli ders paketleri gibi eğitim sistemindeki köklü değişimler hakkında endişelenirken; 5,5 yaşındaki yeğenim, bugün bana telefonda, doğum günü hediyesi olarak vampir dişleri ve pelerini siparişi verdi. Çünkü onun, şu an endişelendiği tek konu; bu sene başladığı yeni okulundaki kumral güzel Asya'nın, Edward Cullen adlı kendini bilmez "vampir bozuntusuna" olan hayranlığıydı.
Mezarlık kokusunu bastıran ölümsüzlük vaatleri ve besin tercihlerini unutturan insanüstü güçleri bir yana, günah işleme arzuları ile nefsi terbiye kararlılığını bir arada sergileyen bu asilzadelerin; hemcinslerimi, kaç yaşında olurlarsa olsunlar, baştan çıkarmasını az çok anlayabiliyorum. Ama ses tonundaki "Kızlar neden öküzleri sever?" tadındaki çocuksu sitemini duyduktan sonra; bu yaşta, kadınların aykırı tipleri çekici bulduğu gerçeği ile yüzleşen yeğenimi, vampirlere karşı vereceği bu zorlu savaşta yalnız bırakacak değildim elbette. Şimdiden söyleyeyim, bu konuda objektif değilim.
Alıcısı artsın diye yoğunluğu seyreltilen her şeye tepkili olduğum gibi; geceleri avlanmak için mezarlarından çıkan kana susamış bu çirkin ve vahşi yaratıkların ürkütücü karizmasını yerle bir ederek, önce okulun popüler çocuğu hâline, sonra da çekici bir fetiş nesnesine dönüştüren modern zaman yazarlarına, birçoğunuz (Ve zavallı yeğenim.) gibi ben de tepkiliyim. Aslında bu yazı; ortaokul- lise yıllarına geldiğinde de "Kızlar neden üst sınıflardaki erkeklerle ilgileniyor?" diye soracak olan küçük yeğenime gereken açıklamayı yapabilmek için, beyaz perdedeki vampirlerle ilgili topladığım istihbarat raporudur. Osmanlı devletinin askerî teşkilatındaki akıncılar gibi, benim vazifem de; düşmanın durumu, taktikleri ve kuvveti hakkında istihbarat toplayarak akın planlamaktır. Bu baştan çıkarıcı kan emicilerin çekiciliği hakkında daha fazla bilgi sahibi olmanın yolu da, beyaz perdedeki gölgelerini incelemekten geçer.
Beyaz perde, neredeyse var olduğu ilk günden beri, Güney Amerika'dan Transilvanya'ya kadar yayılmış vampir mitinden ekmek yiyor. 18. yüzyılın sonlarında edebiyat sahnesinde yer almaya başlayan vampirler için dönüm noktası, 1897 yılında, Bram Stocker'ın "Dracula" adlı kahramanı kaleme almasıdır.
Yazılmış bütün hikâyeler arasında Stoker'ın "Dracula"sı, en iyi vampir hikâyesi olarak kabul edilir; vampir nedir sorusuna bugün bile vereceğimiz cevapların birçoğu, aslında onun yarattığı karakteri tanımlamaktadır. İlk denemesinde vampir karakterini bir femme fatale hikâyesi üzerinden kurgulama yanılgısına düşen yapımcılar da, bu asil kontun hikâyesini okur okumaz, üzerine atlamıştır. Günümüz sosyal kan emicilerinin aksine, ölümlülere mesafeli (!) durmayı tercih eden Kont Drakula da; romanın muhteşem kurgusuna rağmen, popülerliğini, tahmin edeceğiniz gibi beyaz perdedeki uyarlamalarına borçludur. Bram Stocker'ın dul eşinin mahkemelerde süründürdüğü Friedrich Wilhelm Murnau, hikâyeyi "Kont Orlok" ismiyle beyaz perdeye taşıyarak telif hakkı konusunda çakallık yapmaya kalkmasaydı; ekranda izlediğimiz ilk vampir, bir Alman yapımı olacaktı. Bu yakılan korsan denemenin ardından, her zamanki gibi bu efsane de, Universal'e nasip olmuş ve 1931 yılındaki ilk "Dracula" filminde, Bela Lugosi, Macar aksanı ile ilk "Hollywood Kontu" olarak tarihe geçmiştir.
Romanda; sert yüz hatları ve ince burnunda yüksek bir kemer vardı, şakaklarındaki saçlar seyrekti, kaşları gürdü, tuhaf bir şekilde keskin dişleri vardı, kulakları solgundu ve tepeleri oldukça sivriydi, çenesi geniş ve güçlüydü, yanakları zayıf ama diriydi. Yarattığı genel etki sıradışı bir solgunluktu." diye tasvir edilen kudretli kontun çekici görünmek gibi bir derdi tasası yoktu. Zaten korkunç şatosundan yalnız yaşayan, geceleri avlanan, gündüzleri tabutunda uyuyan Drakula; cazibesi ile değil hipnotize etme yeteneği ile ele geçirdiği güzel kadınları, ölüm öpücüğü ile vampire dönüştürürdü. O yıllarda, Dr. Frankenstien neyse, Kont Drakula'da oydu. Yani işin özünde, vampirlerin, genç kızların düşlerini süslemek gibi bir niyeti yoktu; görünen o ki, her zamanki gibi ölümlülerin başını derde sokan, yine biz ölümlülerdik.
1976 yılında, Anne Rice, "Interview with the Vampire (Vampirle Görüşme)" romanındaki vampir kahramanının asil ve güçlü dışavurumunun arkasında; vampirliğinden nefret eden, kuşku, pişmanlık ve acılar içinde kıvranan, depresif bir gizemi olduğunu yazıyor; acıma duygusu ile yakınlaştığımız karakteri 1994 yılında da Brad Pitt canlandırınca, ipler iyice kopuyordu.
İnsani duygular sergileyen bu vampir ve küçük bir kız çocuğu üzerinden duygusallaşan hikâye; kadınların gözünde, vampirleri korkulası değil, sarılıp yatılası bir karaktere büründürdü. Aynı film de şizofrenik bir vampiri canlandıran Tom Cruise da, arızalı erkeklere düşkünlüğü olan kadınların beyaz perde önünde ön sıradaki yerlerini almasına neden oldu. 1970'li yıllarda, vampirlerin popülerliğine bir katkı da, ünlü çizgi roman yayınevi Marvel'den geliyor; vampir-insan karışımı "Blade", bir vampir avcısı olarak karşımıza çıkıyor, başrolü ise, Wesley Snipes kapıyordu.
2004 yılında üçüncü filmin ardından diziye dönüştürülen hikâye, vampirleri kadınların elinden kurtarıp erkek seyirciye de cazip kılmak için yapılan bir hamle nitelindeydi ama yeterli olmadı. Av-avcı romantizmi bir kenara, 1990'lı yıllarda, kan içme mevzusunun erotikliğinin üstü daha fazla kapatılamaz oldu ve yıllarca, tabutunda uyuyan kahramanlara pornografik hikâyelerde de başrol teklif edilmeye başlandı. Bu cazip teklifleri kabul eden karanlıkların prensleri, gün ışığında ellerini kollarını sallayarak gezer hâle getirildi.
Esas darbeyi ise, 2000'li yılların başında yazarlığa soyunan bir ev hanımı vuracaktı. Stephenie Meyer'in dört kitaplık bir seriye sığdırdığı, derinliği fazla olmayan ama albenisi yüksek aşk hikâyesi Hollywood'a taşınınca; sadece gişe hasılatları kırmakla kalmadı, kitapları 100 milyondan fazla sattı ve 37'den fazla dile çevirisi yapıldı. Başrol oyuncusu Robert Pattinson'un kadınlar üzerindeki büyüleyici etkisi, Kristen Stewart'ın gerçek hayatta da bu adamla büyük bir aşk yaşadığını itiraf etmesiyle birleşince; yer yerinden oynadı. Karizmatik, romantik ve pragmatik vampir Edward; sevdiği kız ile aynı okula gidecek, aynı sınavlara girecek, aynı barlarda takılacak kadar gerçek, aşkı uğruna defalarca ölümü göze alacak kadar gerçek ötesi bir karakter olarak çizilmişti. İnsanüstü güçlerini sadece sevdiği kadını korumak için kullanırken; hayran bırakan iradesi ile de vampir olmanın en tehlikeli özelliğini baskılıyor, sadece hayvan kanıyla besleniyordu.
Mücbir sebeplerden bir türlü bir araya gelemeyen (Geldiklerinde de en fazla el ele tutuşabilen.) bu iki âşık, yeni nesil için aşkın kitabını baştan yazdı. Bu aşkın büyüsü altına giren genç kızların talipleri için koydukları standartlar, bir anda yükselmişti. Hikâyeyi daha fazla dolandıramayacağını fark eden Hollywood; dördüncü filmde genç âşıkları evlendirerek, çocuk sahibi yapmak zorunda kaldı. İmzaların atılmasıyla, şairin "Sende ben imkânsızlığı seviyorum; fakat asla ümitsizliği değil." diyerek tanımladığı aşkın sonuna gelinmiş oldu. Serinin nasıl devam edeceği merak konusu ama insanüstü güçlere de sahip olsa, kadınların; evli, mutlu, çocuklu bir vampire eskisi kadar büyük tutkuyla bağlanmayacağına kesin gözüyle bakılıyor. Üstelik Kristen Stewart, gerçek hayatta vampirimizi aldatınca; Robert Pattinson'un gerçekten de vampir olduğuna inanmaya başlamış çok sayıda genç kızı da rüyasından uyandırmış oldu. Yani rahat bir nefes alabiliriz; vampir hegemonyasının sonu geliyor beyler!
Sana gelince yeğen; ben sana yine alayım istediğin vampir dişlerini ve pelerini ama sen bil ki Asya, seni; bir türlü şekle girmeyen kıvırcık saçların, her sabah beslenme çantana fazladan koydurduğun çikolata, büyümüş de küçülmüş tavırların, güldüğünü görmek için yaptığın komiklikler, hasta olup okula gelmediğinde anneni annesini arayıncaya kadar rahat bırakmıyor olman ve her pazartesi sabahı onu görünce tören alanında unuttuğun okul çantan için sevecek.
Kutu:
Türk sinemasının vampirleri konu alan tek eseri, Mehmet Muhtar'ın yönetmenliğini yaptığı 1953 yapımı "Drakula İstanbul'da" adlı korku filmidir. Senaryoda orijinal öyküye sadık kalınmış; Kont Drakula'yı Atıf Kaptan, esas oğlan Azmi karakterini Bülent Oran, esas kadın Güzin karakterini de Annie Ball canlandırmıştır. Bu korkunç (!) filmin son karesindeki, vampir belasında kurtulan Azmi'nin evin çeşitli yerlerine güvenlik amaçlı yerleştirilen sarımsakları toplayarak camdan dışarı atması üzerine, güzeller güzeli karısı Güzin; "Ama Azmi, ben onları yemekte kullanıyorum; imambayıldıyı da mı sarımsaksız pişireceğim?" sorusu, izlemeyenlere filmi şiddetle tavsiye etmemin nedenidir.
"Bayan Yanı" (Yazı: Pınar Bekbölet / İllüstrasyon: Sönmez Karakurt)
Mezarlık kokusunu bastıran ölümsüzlük vaatleri ve besin tercihlerini unutturan insanüstü güçleri bir yana, günah işleme arzuları ile nefsi terbiye kararlılığını bir arada sergileyen bu asilzadelerin; hemcinslerimi, kaç yaşında olurlarsa olsunlar, baştan çıkarmasını az çok anlayabiliyorum. Ama ses tonundaki "Kızlar neden öküzleri sever?" tadındaki çocuksu sitemini duyduktan sonra; bu yaşta, kadınların aykırı tipleri çekici bulduğu gerçeği ile yüzleşen yeğenimi, vampirlere karşı vereceği bu zorlu savaşta yalnız bırakacak değildim elbette. Şimdiden söyleyeyim, bu konuda objektif değilim.
Alıcısı artsın diye yoğunluğu seyreltilen her şeye tepkili olduğum gibi; geceleri avlanmak için mezarlarından çıkan kana susamış bu çirkin ve vahşi yaratıkların ürkütücü karizmasını yerle bir ederek, önce okulun popüler çocuğu hâline, sonra da çekici bir fetiş nesnesine dönüştüren modern zaman yazarlarına, birçoğunuz (Ve zavallı yeğenim.) gibi ben de tepkiliyim. Aslında bu yazı; ortaokul- lise yıllarına geldiğinde de "Kızlar neden üst sınıflardaki erkeklerle ilgileniyor?" diye soracak olan küçük yeğenime gereken açıklamayı yapabilmek için, beyaz perdedeki vampirlerle ilgili topladığım istihbarat raporudur. Osmanlı devletinin askerî teşkilatındaki akıncılar gibi, benim vazifem de; düşmanın durumu, taktikleri ve kuvveti hakkında istihbarat toplayarak akın planlamaktır. Bu baştan çıkarıcı kan emicilerin çekiciliği hakkında daha fazla bilgi sahibi olmanın yolu da, beyaz perdedeki gölgelerini incelemekten geçer.
Beyaz perde, neredeyse var olduğu ilk günden beri, Güney Amerika'dan Transilvanya'ya kadar yayılmış vampir mitinden ekmek yiyor. 18. yüzyılın sonlarında edebiyat sahnesinde yer almaya başlayan vampirler için dönüm noktası, 1897 yılında, Bram Stocker'ın "Dracula" adlı kahramanı kaleme almasıdır.
Yazılmış bütün hikâyeler arasında Stoker'ın "Dracula"sı, en iyi vampir hikâyesi olarak kabul edilir; vampir nedir sorusuna bugün bile vereceğimiz cevapların birçoğu, aslında onun yarattığı karakteri tanımlamaktadır. İlk denemesinde vampir karakterini bir femme fatale hikâyesi üzerinden kurgulama yanılgısına düşen yapımcılar da, bu asil kontun hikâyesini okur okumaz, üzerine atlamıştır. Günümüz sosyal kan emicilerinin aksine, ölümlülere mesafeli (!) durmayı tercih eden Kont Drakula da; romanın muhteşem kurgusuna rağmen, popülerliğini, tahmin edeceğiniz gibi beyaz perdedeki uyarlamalarına borçludur. Bram Stocker'ın dul eşinin mahkemelerde süründürdüğü Friedrich Wilhelm Murnau, hikâyeyi "Kont Orlok" ismiyle beyaz perdeye taşıyarak telif hakkı konusunda çakallık yapmaya kalkmasaydı; ekranda izlediğimiz ilk vampir, bir Alman yapımı olacaktı. Bu yakılan korsan denemenin ardından, her zamanki gibi bu efsane de, Universal'e nasip olmuş ve 1931 yılındaki ilk "Dracula" filminde, Bela Lugosi, Macar aksanı ile ilk "Hollywood Kontu" olarak tarihe geçmiştir.
Romanda; sert yüz hatları ve ince burnunda yüksek bir kemer vardı, şakaklarındaki saçlar seyrekti, kaşları gürdü, tuhaf bir şekilde keskin dişleri vardı, kulakları solgundu ve tepeleri oldukça sivriydi, çenesi geniş ve güçlüydü, yanakları zayıf ama diriydi. Yarattığı genel etki sıradışı bir solgunluktu." diye tasvir edilen kudretli kontun çekici görünmek gibi bir derdi tasası yoktu. Zaten korkunç şatosundan yalnız yaşayan, geceleri avlanan, gündüzleri tabutunda uyuyan Drakula; cazibesi ile değil hipnotize etme yeteneği ile ele geçirdiği güzel kadınları, ölüm öpücüğü ile vampire dönüştürürdü. O yıllarda, Dr. Frankenstien neyse, Kont Drakula'da oydu. Yani işin özünde, vampirlerin, genç kızların düşlerini süslemek gibi bir niyeti yoktu; görünen o ki, her zamanki gibi ölümlülerin başını derde sokan, yine biz ölümlülerdik.
1976 yılında, Anne Rice, "Interview with the Vampire (Vampirle Görüşme)" romanındaki vampir kahramanının asil ve güçlü dışavurumunun arkasında; vampirliğinden nefret eden, kuşku, pişmanlık ve acılar içinde kıvranan, depresif bir gizemi olduğunu yazıyor; acıma duygusu ile yakınlaştığımız karakteri 1994 yılında da Brad Pitt canlandırınca, ipler iyice kopuyordu.
İnsani duygular sergileyen bu vampir ve küçük bir kız çocuğu üzerinden duygusallaşan hikâye; kadınların gözünde, vampirleri korkulası değil, sarılıp yatılası bir karaktere büründürdü. Aynı film de şizofrenik bir vampiri canlandıran Tom Cruise da, arızalı erkeklere düşkünlüğü olan kadınların beyaz perde önünde ön sıradaki yerlerini almasına neden oldu. 1970'li yıllarda, vampirlerin popülerliğine bir katkı da, ünlü çizgi roman yayınevi Marvel'den geliyor; vampir-insan karışımı "Blade", bir vampir avcısı olarak karşımıza çıkıyor, başrolü ise, Wesley Snipes kapıyordu.
2004 yılında üçüncü filmin ardından diziye dönüştürülen hikâye, vampirleri kadınların elinden kurtarıp erkek seyirciye de cazip kılmak için yapılan bir hamle nitelindeydi ama yeterli olmadı. Av-avcı romantizmi bir kenara, 1990'lı yıllarda, kan içme mevzusunun erotikliğinin üstü daha fazla kapatılamaz oldu ve yıllarca, tabutunda uyuyan kahramanlara pornografik hikâyelerde de başrol teklif edilmeye başlandı. Bu cazip teklifleri kabul eden karanlıkların prensleri, gün ışığında ellerini kollarını sallayarak gezer hâle getirildi.
Esas darbeyi ise, 2000'li yılların başında yazarlığa soyunan bir ev hanımı vuracaktı. Stephenie Meyer'in dört kitaplık bir seriye sığdırdığı, derinliği fazla olmayan ama albenisi yüksek aşk hikâyesi Hollywood'a taşınınca; sadece gişe hasılatları kırmakla kalmadı, kitapları 100 milyondan fazla sattı ve 37'den fazla dile çevirisi yapıldı. Başrol oyuncusu Robert Pattinson'un kadınlar üzerindeki büyüleyici etkisi, Kristen Stewart'ın gerçek hayatta da bu adamla büyük bir aşk yaşadığını itiraf etmesiyle birleşince; yer yerinden oynadı. Karizmatik, romantik ve pragmatik vampir Edward; sevdiği kız ile aynı okula gidecek, aynı sınavlara girecek, aynı barlarda takılacak kadar gerçek, aşkı uğruna defalarca ölümü göze alacak kadar gerçek ötesi bir karakter olarak çizilmişti. İnsanüstü güçlerini sadece sevdiği kadını korumak için kullanırken; hayran bırakan iradesi ile de vampir olmanın en tehlikeli özelliğini baskılıyor, sadece hayvan kanıyla besleniyordu.
Mücbir sebeplerden bir türlü bir araya gelemeyen (Geldiklerinde de en fazla el ele tutuşabilen.) bu iki âşık, yeni nesil için aşkın kitabını baştan yazdı. Bu aşkın büyüsü altına giren genç kızların talipleri için koydukları standartlar, bir anda yükselmişti. Hikâyeyi daha fazla dolandıramayacağını fark eden Hollywood; dördüncü filmde genç âşıkları evlendirerek, çocuk sahibi yapmak zorunda kaldı. İmzaların atılmasıyla, şairin "Sende ben imkânsızlığı seviyorum; fakat asla ümitsizliği değil." diyerek tanımladığı aşkın sonuna gelinmiş oldu. Serinin nasıl devam edeceği merak konusu ama insanüstü güçlere de sahip olsa, kadınların; evli, mutlu, çocuklu bir vampire eskisi kadar büyük tutkuyla bağlanmayacağına kesin gözüyle bakılıyor. Üstelik Kristen Stewart, gerçek hayatta vampirimizi aldatınca; Robert Pattinson'un gerçekten de vampir olduğuna inanmaya başlamış çok sayıda genç kızı da rüyasından uyandırmış oldu. Yani rahat bir nefes alabiliriz; vampir hegemonyasının sonu geliyor beyler!
Sana gelince yeğen; ben sana yine alayım istediğin vampir dişlerini ve pelerini ama sen bil ki Asya, seni; bir türlü şekle girmeyen kıvırcık saçların, her sabah beslenme çantana fazladan koydurduğun çikolata, büyümüş de küçülmüş tavırların, güldüğünü görmek için yaptığın komiklikler, hasta olup okula gelmediğinde anneni annesini arayıncaya kadar rahat bırakmıyor olman ve her pazartesi sabahı onu görünce tören alanında unuttuğun okul çantan için sevecek.
Kutu:
Türk sinemasının vampirleri konu alan tek eseri, Mehmet Muhtar'ın yönetmenliğini yaptığı 1953 yapımı "Drakula İstanbul'da" adlı korku filmidir. Senaryoda orijinal öyküye sadık kalınmış; Kont Drakula'yı Atıf Kaptan, esas oğlan Azmi karakterini Bülent Oran, esas kadın Güzin karakterini de Annie Ball canlandırmıştır. Bu korkunç (!) filmin son karesindeki, vampir belasında kurtulan Azmi'nin evin çeşitli yerlerine güvenlik amaçlı yerleştirilen sarımsakları toplayarak camdan dışarı atması üzerine, güzeller güzeli karısı Güzin; "Ama Azmi, ben onları yemekte kullanıyorum; imambayıldıyı da mı sarımsaksız pişireceğim?" sorusu, izlemeyenlere filmi şiddetle tavsiye etmemin nedenidir.
"Bayan Yanı" (Yazı: Pınar Bekbölet / İllüstrasyon: Sönmez Karakurt)