Modern Kahraman: Şükrü Özyıldız

Yaşamın sunabileceği her şeyi merakla araştıran, yüksek voltajlı bir adam. Yakında ATV'de başlayacak, yapımını NTC Medya'nın üstlendiği Akıncı dizisindeki aynı adlı modern kahramanı canlandırmak, bu yüzden o kadar Şükrü'ye göre bir iş ki...

Giriş Tarihi: 30.12.2020 13:39

Fotoğraflar Mehmet Erzincan
Moda Editörü Tuğçe Kılınçlı
Röportaj Işık Cansu Canayak

İhtimalleri, maceraları, yeni olan her şeyi, eskileri, tüm anıları, yaşanmış ve henüz yaşanmamışları, mesleğini, iyisiyle kötüsüyle bu dünyanın sunduğu deneyimleri, imkansız ya da son derece mümkün görünenleri; yani, günün sonunda, eninden boyuna, solundan sağına yaşamı seviyor. Sevmekten de öte bir şey bu: Onu daha yakından tanımak istiyor. Sonra biraz daha. Sonra yeniden.

Şükrü'yü tam tanımıyorsunuz, tanımıyoruz çünkü her kendini araştırmakta olan insan gibi, o da bunun yanıtının her gün aranması gereken bir şey olduğunu biliyor. Onunla konuşmak benim için çok kolay. Açıklanamaz bir eksende doğal. Kendi tabiatımca açıklamam; ya önceki bir hayattan tanıyoruz birbirimizi, ya paralel evrenlerden birinde zaten çoktan tanışmışız da bu sanki şimdi bildiğimiz hayata tezahür ediyor. Frekans işi bazen tutar, bazen tutmaz ya... İşte, bu tutanlardan.

Güneş gibi, çok yüksek voltajlı bir çocuk. Geçtiği yerlerde arkasından Peter Pan'in arkadaşı Tinkerbell gibi sanki ışık tozu kalıyor. Ama bu neşesi, olgunluğu veya esnekliği, hayatta hep dört ayak üstüne düştüğünden, yaşam ona bal-kaymak kontenjanından sunulduğundan değil. Hiç değil. Aksine, kötüyü de iyi kadar biliyor olmasından ama dengede kalmayı seçmesinden. Bunlar üzerine kafa yorup, kendini araştırmaya meraklı bir adam olmasından. Şöyle ifade edeyim: Şükrü bir arabaysa, merak onun benzini. Bir balıksa, merak onun içinde yüzdüğü derin deniz. Kalbinin itici gücü. 'Can'ı yani. Can, insan için 'yaşam veren kaynak' demek değil miydi?

İşte, tam da bu yeni şeylere karşı hep aç ruh hali, onu Türkiye'deki ilk modern kahraman dizisi Akıncı'nın başrolüne getirip koydu. Bu yılın sonunda ATV'de yayına başlayacak, zaten muhakkak duymuşsunuzdur. Şükrü o kadar heyecanlı ki bu işte. Çok isteyerek, başka her şeyden feragat edip çok çalışarak, kendi sözleriyle, "Kendini davasına adamış bir adamı canlandırmak için fiziksel ve mental olarak kendini adayarak..." Güzel şeyler emeksiz olmaz, çok iyi biliyor. "Hep heyecanların peşinden giden bir adamım. Türkiye'nin ilk müzikali Alice'te Şapkacı rolünü canlandırmayı bu kadar sevmem de bundandı. İki ayrı karakteri canlandırdığım rolde de (Kış Güneşi) keza öyle. Ve şimdi de Akıncı. Gerçek bir öğrenme süreci oluyor benim için."

"Bak, inan ki, en az beş senedir içimden, 'Keşke Türkiye'de bir modern kahraman işi yapılsa diye düşünüyordum. Ama zor bir tür, büyük prodüksiyonlar istiyor. Akıncı projesinden bir süredir haberdardım, yaklaşık bir senedir üzerinde çalışıyorlardı. Ama benim dahil olma sürecim Mayıs başına denk geldi. Hâlâ karantinadaydık. Görüşmeye gittiğimde, yurtdışından gelen bir aksiyon yönetmeniyle çalıştıklarını öğrendim. Kostümler de aynı standarttaydı. Hem prodüksiyon ekibinin hem de ATV'nin olayı bu kadar profesyonel bir yerden ele alması beni inanılmaz yükseltti. Ama Akıncı'nın fiziksel gücüne ve onu bu kadar motive tutan psikolojik yapısına adapte olmak için biraz zamana ihtiyacım vardı. Amaç kilo vermek veya kas yapmak değildi (ki fotoğraflarda anormal karın baklavaları görüyorsunuz ya, inanın bana photoshop değil) hiçbir zaman da olmadı. Bahsettiğimiz görsellikler, bu çalışmaların ancak doğal sonuçları. Akıncı her manada çok katmanlı bir karakter. Kendi eksikliklerimi bu karaktere göre gidermek için uzun zamandır ara verdiğim Brezilya dövüş sanatı Jiu Jitsu'ya geri döndüm mesela. Şahane oldu. Profesyonel silah eğitimi ve Moto GP eğitimi aldım. Ayrıca, bu karakterin kendine has psikolojik bir alt yapısı var. Kendini bir amaca adamış. Böyle bir insanın hayatı başka bir şey, bizimkilere pek benzemiyor. Bunu anlamam gerekiyordu. Bu yüzden epeyce okuma yaptım, yapmaya da devam ediyorum."

Peki, yalnız bir adam mı Akıncı? "Teknik olarak değil, bir ailesi var. Ama kendi içinde ve davasında yalnız. Akıl hocasından başka kimse onun tam olarak kim olduğunu bilmiyor. Yapacağını, fiziksel ve zihinsel altyapısıyla yapıyor. Adaleti kendince yerine koyuyor. Ama en önemlisi, tüm bunları yaparken ölümden korkmuyor." Bir dakika, bir dakika, ölmeyen bir kişi mi bu bey? "Yok, hayır, ölebilir gayet. Bunu umursamıyor veya bundan korkmuyor sadece. Kendi yetkinliğine güveniyor." Akıllı mı? "Çok." İyi kalpli mi? "Evet, fazlasıyla hem de."

Ah ya, bugünün dünyasında böyle kahramanlara ne kadar da çok ihtiyacımız var. "Ama bak, ne yapıyoruz biliyor musun? Hep başkalarından bekliyoruz bunları." Cevabım hazır: "Evet, doğru da her şey herkesin harcı değil ki Şükrü'cüm." Yanlış olmasın, onun da cevabı hazır: "O da doğru. Ama hepimiz kendimizce bir şeyler yapabiliriz. Bence kahramanlık zaten tam da böyle bir şey. 'Elimden ne gelir ki?' avuntusuna sığınmayacaksın. Kendi harcın kadar bir şeyler yapsan yeter. Düşünsene bunu herkesin yaptığını. Kendi omurgamızla ve değer yargılarımızla yaşayıp, ne olursa olsun bundan caymazsak, bence yeter. Bunu bozan tek şey korku işte. Korku, hatayı getiriyor. Ve bu hatalar silsilesi, başka insanlara da sirayet ediyor. Bu iş böyle gidiyor da gidiyor. Ne zaman sen kendi üzerine çalışıp, korkunu tanımaya ve ona teslim olmamaya karar veriyorsun; işte, o zaman davranışların daha yapıcı hale geliyor. Bu da çevrendekileri etkiliyor. Demek istediğim, günün sonunda, kendini kendi korkularından koruman lazım. Işığını koruman gerek, her şeye rağmen. Böyle bir düzende kendini geliştirerek, farkındalıklarına sahip çıkarak yaşamak, kendi merkezinde kalabilmek bence en büyük kahramanlık."

Burada, tam da ondan beklediğim gibi "Işık" diyor, bana "Işık" demekte ısrar ediyor çünkü kelimelerin gücünü o da biliyor. Benden de bunu rica ediyor. "Biliyorum, inanılmaz tüketildi bu laflar. Ama bazen doğruların alternatif ifadeleri yok. Sevgi, en güçlü frekans. Bir kurtarıcı. Korku ile sevgi, birbirinin panzehiri. Biri diğerini boğuyor. Herkes kendi içinde sevginin korkuyu yenmesine çalışmalı. Tek diyebileceğim bu."

Sınırlarını zorlamayı seviyor. Bunu, aman diyeyim, fiziksel bir şey olarak algılamayın. Zorladığı, kendi deneyim edinme kapasitesi. Tamamen içsel. Mevzusu kendisiyle. Bunun altında da yazının başında söylediğim gibi, o 'merak' var. Merakın olduğu yerde, yenilik eksik olur mu hiç? Öyle işte.

Yaşamında ani dönüşler, birbiriyle çelişiyor gibi duran kararlar var. Cesaret isteyen şeyler bunlar. Özellikle eğitim anlamında bu dönüşleri yapabilmek kolay değil. "İstanbul Teknik Üniversitesi'nde gemi makineleri mühendisliği okuyordum önce. Meğer bu bölümü çok yanlış anlamışım, yılın altı ayı gemide olmam gerekiyormuş. Bana göre olmadığını anında anladım ve İzmir'e döndüm. Bir yandan aile şirketimize gidip geliyordum. Tekrar üniversite sınavına hazırlanarak Ege Üniversitesi işletme bölümüne girdim. Gündüz çalışıyorum, akşamları okula gidiyorum. Ama baktım, bu hayatı da istemiyorum. Hiçbir heyecan yok. Her şeyin limitleri var, ne olacağın, nasıl yaşayacağın, sanki her şey önceden belli. 'Oğlum Şükrü, bu da değil. Bu hayat böyle nereye gidecek, sonunda öleceğiz çünkü, oysa geriye baktığında senin her şeyi yaşamış olman gerekiyor' diye bir ses içimde konuşup duruyordu."

"Oyunculuğu çocukluğumdan beri severdim. Odamda kendi kendime taklitler yapıp dururdum, bayağı iyi bir tiyatro izleyicisiydim. İşte, tam bu arafta kaldığım dönemde kişisel gelişimle ilgili bir sürü çalışmaya katıldım. Oralarda, oyunculukta da bu öğretilerden bazılarının kullanıldığına dair cümlelerden kulağıma çalındı. 'İyi gelir mi, yapabilir miyim acaba?' dedim ve İzmir'deki Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde iki senelik eğitime başladım. Baktım ki, tam da istediğim gibi, bu işte kendinle, duygularınla uğraşıyorsun. Her karakterde yeni bir şeylerin tadına bakabiliyorsun. Aradığım sınırsızlığı burada buluverdim. Bu, bir insan bilimi bana göre. Sonra birkaç deneme çekimi falan derken başladı her şey."

Elbette en şahane hikayelerin de tıkandığı dönemler var. Hayat bayram olsa, olsa, olsa diye de gitmiyor bu iş. "Karardığım bir dönem var benim de. Alice Müzikali, yeniden başlangıcım oldu. Ondan önce iki sene kadar durdum, durdum, durdum. Ve beni o şekilde karartan, aslında yeni arayışlar peşinde olmamaktı. Çok yaşlı hissediyordum. Alice ile tüm ışıltım geri geldi."

Türkçeyi çok güzel kullanıyor. Yazıda da, konuşmada da. Ama diyor ki, "Bilhassa yazıda." O yüzden sonradan aklıma gelen birkaç soruyu ona mesaj attığımda, yazarak yanıt vermek istediğini söylüyor. Bana göre hava hoş. Zaten kendi kendine, kafasını boşaltmak için yazı yazıyor. Hatta karantina dönemine dair, "Ah ya" dediği şeylerden biri, neden aklındaki kitabı yazıp bitirmediği. Vardır bir zamanı. Çünkü her şeyin öyledir.

Hakkında her şeyi duymak, bilmek istiyorum diyerek önüme çıkan ne varsa okuduğumda gördüm ki; kimseyi kırmak istemeyen, kelimelerini dikkatli seçen, hakkaniyetli olmayı önemseyen bir adam. Kesin bilgi. Ve bu, aslında duygusallıktan gelen bir özelliktir ama sandığımız anlamda gözü yaşlı ve ajite bir türden değil. Zaten söylediğim anda, "Yani aslında pek duygusal sayılmam" diyerek ilk başta bunu reddetmesi tam da bu refleks. Çünkü sevmiyor dramı, durumların abartılmasını, arabeskliği. Bir kadın olarak dahi ben de katılıyorum. O kadar yanlış ifade edildi ki duygusal olmak. Oysa kastettiğimiz, empati yapabilmek ve temelde, kendinin ve karşındakinin tüm duygularına kabul verebilmek. Özellikle bunu kullandım çünkü Şükrü bu ifadeyi çok beğeniyor. "Duygularımın farkındayım ve korkmuyorum onlardan galiba. Son zamanlarda duyguların beni değil, benim onları yönetiyor olabilmem üzerine kendimi terbiye etmeye çalışıyorum. Mevzu bu bence. Büyümek böyle."

Onun yanında insanın morali düzeliyor. Bunu başka nasıl açıklayabileceğimi bilmiyorum ve böyle düşünenin bir tek ben olmadığıma da eminim. Bu iş nasıl oluyor? "Hepimiz bir şeyler yaşıyoruz. Kiminin adını felaket koyuyoruz, kimine şahane diyoruz. Günün sonunda onları içimizde bir süzgeçten geçirmemiz gerekiyor. Sanırım bu işlem sırasında bir şeyler yapıyorum ve doğru konumlandırıyorum sonuçları. Özellikle son yıllarda. Ama ne yapıyorum o sırada, ben de bilmiyorum. Bak, ama her konuda çok olgun diyemem kendime. Problem çözümlerinde pratik ve soğukkanlıyımdır ama çok çocuk olduğum bir sürü mevzu da var. Ne olursa olsun, her şey olması gerektiği için oluyor, bunu kalbimde biliyorum. Böyle konuşunca o çok klişe cümlelerden biri gibi geliyor kulağa, biliyorum, popüler kültür bu söylemleri çok tüketti ama gerçekten bunun hayatta bir karşılığı var. Bunu hissettiğinde, hayata bir güvenme hali geliyor. Özü bu." Bu konuda çok haklı. Yok, anda mısın, akışta mısın, evrene şunu gönder, evren sana bunu gönderince havada yakala, #goodvibesonly, #sundayfunday hashtag'leri derken, özü çok bilgece olan nice öğretiden sinir geldi üstümüze. Ancak gerçekten sindirilince bir manası var bunların. Bu da kan, ter, gözyaşı istiyor. Şükrü bu emeği vermeye çoktan gönüllü. Vermiş de. Veriyor da. Dolayısıyla, yüzeyden değil, 'içeriden' konuşuyor.

karakterlere geliyor. Çocukluğu, okuldan eve geldiği saatte en şahane çizgi filmlerin arka arkaya yayınlandığı döneme denk gelmiş. Ne müthiş şans. "Önce X-Man, sonra Batman, ardından Ninja Turtles başlardı. Ölürdük zevkten. Süperman ve Ninja Kaplumbağalar'ı ayrı severdim çünkü buradaki tipler zaten oldukları halleriyle kahramandılar. Bruce Wayne mesela kostüm giyiyordu Batman'a dönüşmek için, keza Spider Man de öyle. Ama bu ikisinde, karakterler kendi doğal halleriyle başarıyorlardı her şeyi. Akıncı'ya da bu yüzden bu kadar inanmış olabilirim. Biraz büyüyüp de simyaya, kadim geometriye -evrenin geometrisi de diyebiliriz- ilgi duymaya başlayınca Doctor Strange en büyük kahramanım haline geldi. Hâlâ da çok severim."

Artık 'hayır' demeyi daha iyi bildiğim için haz aldığım şeylerin yüzdesi hayatımda her manada artıyor" diyor, bakışlarında bayağı ciddi bir kararlılık ve alttan altta parıltıyla. "Kendime bir söz verdim: Oynamayı istemediğim rolleri, şartlar ne olursa olsun kabul etmeyeceğim. Bir rolü alacaksam da onu tüm potansiyelini deneyimlemiş halinde oynayacağım. Bu, kulağa kibir gibi gelmesin. Böyle bir prensip edindim sadece."

Bir sene yaşadığı Portekiz'den kalan tat damağında hâlâ. Bir kere içine yeni yaşamlara dahil olma zevki düşmüş artık. Mesela bir gün, zaman doğru olduğunda Yeni Zelanda'ya gidip şöyle bir bakacak.

"Oranın dünyadan kopuk hali ilgimi çekiyor. Eski medeniyetlerin, kabilelerin yaşadığı topraklara da gitmek istiyorum. Meksika'da Azteklerin yaşadığı yerler örneğin."

Ya, ilişkiler? Hiç mi onlardan konuşmayalım? "Hatalarımız var, doğrularımız var. Dönüp bakınca, şu an o zamanki gibi davranmazdım dediğim şeyler var ama pişmanlığım yok. Öfkem de. Çünkü o zaman öyle davranmasaydım da bugünkü ben olamazdım. Öğretilerime ihanet etmek istemem. Yaşanan iyi kötü her şeyi kendi içinde olumlu bir duyguyla saklarsan; bu, sana da ona da gelişme şansı veriyor. Hep diyorum ya, hepsi bir deneyim. Ama, ama, ama… Sürpriz diye bir kanun var. Beklenmedik zamanlarda oluyor gerçek şeyler. Sen ne kadar arar veya zorlarsan ya da bir şeyi yeni bir forma geçirmeye çalışırsan, gerçekten istediğin şeylerin gerçekleşmesi zaman olarak o kadar öteleniyor."

"Güzellik anlayışımda asla öyle geometrik veya estetik unsurlar yok. Mesela sana kendini kötü hissettiren ama çok yakışıklı ya da çok güzel biriyle olmanın kaybı bence paha biçilemez. Bence aradığımız şey, o parıltı hali… Bir şey manasızca sana tanıdık gelir ve çok iyi hissettirir. Bir cafe'de oturuyorsun ve birine sebepsizce bakıyorsun mesela, nedenini bilmeden. Radarına giriyor çünkü. Ona doğru çekiliyorsun. Gördüğün şey aslında bir güzellik değil; bir hisse doğru çekiliyorsun. Dediğim şey, bu. Biriyle bir şey paylaşılacaksa, o kişi zaten senin hayatına geliyor. Adına ister aşk ister arkadaş de. Ruh eşleri her zaman sevgililerden çıkmıyor."

"Sana hayatta aslında hiçbir şey aramadığımı söylesem? Bu bir kadın da olabilir, bir obje, başarı ya da mevkii de. Tek aradığım şey deneyim. Nerede ne heyecan var, yenilik var, ona bakıyorum. Ruhumu doyuracak şeylerin, mesela fütursuzca kahkaha atmanın peşindeyim." Altını çiziyorum, Şükrü'nün amacı hissetmek. O duygunun elinde sersemlemeyi sevmiyor yalnızca.

Ya sonra? Bundan sonrası? "Canlandıracağım tüm rolleri dibine kadar deneyimleyebilmek. Sonra bir daha, sonra bir daha. Dalmayı seviyorum. 60 metreye kadar indim ama 100'ü de görmek, daha da derine inmek istiyorum. Dolunay'ı çok seviyorum, serinlik hissini de. Mesela farklı farklı yerlerde bunlardan daha çok yaşayabilmek istiyorum. Bu dünyaya geldik, bu yaşamı çok iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Yani ben sadece yaşamak istiyorum aslında. Hakikaten iyi hissetmenin ve hissettirmenin peşindeyim. Her gece uyumadan önce, yaşadığım her şey için şükrediyorum ama daha da çok şükretmek istiyorum. Benim hayattan anladığım bu."

BİZE ULAŞIN