Ferdi Eğilmez - Babamdan Ne Öğrendim?

Yönetmen Ferdi Eğilmez, babası Ertem Eğilmez'den neler öğrendiğini Esquire Türkiye'ye anlattı...

Giriş Tarihi: 27.06.2018 12:57 Güncelleme Tarihi: 27.06.2018 12:59

Röportaj Özge DİNÇ
Fotoğraf Ömer Faruk GÖKALP


Babamın dünya sinemasından etkilendiği çok film vardı. Mesela biri 'Züğürt Ağa'ydı. John Ford, yıllarca suçladığı Kızılderililerden özür dileyen bir film yapmıştı, bizimkiler de yıllarca kötü ağa filmi yapmışlar, tersini yapsak ne güzel batarız diye düşünüp 'Züğürt Ağa' filmini yaptılar. 'Gülen Gözler' de 'Damdaki Kemancı'dan esinlenmiştir.

Babam Kemal Sunal'ı, İlyas Salman'ı, Halit Akçatepe'yi, Müjde Ar'ı ve daha birçok ismi keşfetmiştir. Kemal Sunal'ı Zeki Alasya uzun boylu birini gerektiren bir rol için önermişti, oradaki tek repliği gülmekti. Seyirci onun gülmesine gülünce dördüncü filmde başrolü kaptı: 'Salako'.

Bir dönem bütün senaryolar Sansür Kurulu'na takılıyordu. Babam o konunun uzmanıydı; 90 dakikalık 'Kibar Feyzo' filmini 45 dakikaya indirip kurula soktu, kuruldan geçince de ilk haliyle çekti. Baktı ki bir şey olmuyor, bu yola başvurmaya devam etti. 'Hababam Sınıfı'nda da "Bir hocaya kel denir mi?" deniyordu, onları çıkarıp kuruldan geçirmişti.

İthal filmin yasaklandığı yıllarda salonları doldurmak zorundaydılar, o sebeple 1970-80 arası babam senede 10 film çekmiştir. 'Hababam Sınıfı' 11 günde çekildi, 17. gün vizyondaydı.

Bizim dört kardeş olarak sinema yapmamız yasaktı, çünkü o dönemde toplumda şöyle bir inanç vardı: Kadın sinemacıysan adın çıkar, erkek sinemacıysan başına acayip şeyler gelebilir. İtalya'ya dil okulu okumaya gittim, tercüman olacaktım. Uzun süre dönmeyince sinema okumaya başladım. Babam bunu bir yerden duymuş, bir uçakla yanıma geldi. Sinema okuduğumu öğrenince de apar topar geri dönmüş; gece bana bıraktığı mektubu buldum: "Ben oğlumla itimat üzerine kurulu bir ilişki hayal etmiştim. Bayağı uzak kalmışız demek ki, üzerinden etkimin geçtiğini hissediyorum; bu beni çok sarstı. Hayat inişli çıkışlı bir süreçtir, mutlu olmanı dilerim." Ondan sonra da uzun yıllar görüşmedi benimle.

Babamın taktiği çok hoşuma gitti, bir kez de ben oğluma uyguladım. Daha dört yaşındayken bir gün çok yaramazlık yapıyor, onu uyardım. "Ne yapacaksın?" diye dört beş kez geldi yanıma; bir şey demem lazım, aklıma babamın lafı geldi: "Ben oğlumla ilişkimi böyle düşünmemiştim," diye. Baktım koluma sarıldı.

O 40 yaşındayken doğduğum için babam diğer kardeşlerime yapamadığı babalığı en küçük olduğum için bana yaptı. Diğerleri ondan çok korkardı. Babam kasabanın şerifi gibiydi, eve gelince hepsi kaçışırdı. Ben "Sizin babanız farklı, benimki farklı." diyordum.

Babam beni reddettiği için Roma'dan döndükten sonra Arzu Film'e başvuramadım; rakibi Erler Film'de çalışmaya başladım. Bir filmde bir yönetmene, diğerinde başka yönetmene asistanlık yapıyor, buna anlam veremiyordum. Babamı kaybettikten sonra öğrendim ki bütün bu organizasyonu babam Türker İnanoğlu'ndan rica ediyormuş.

'Arabesk' filmini çekerken beni aradı, "Alo, ben baban. Cihangir'deki evimi biliyor musun, oraya gel," dedi. Gittim, iyice ufalmış, koltuğunda oturuyor. "Şener abin senin iyi bir asistan olduğunu söylüyor. Diploman var mı? Git getir," dedi. Sonra da kaç para istediğimi sordu. "1.000 lira," dedim, "Hadi oradan, "Türker abin o kadar para vermez adama," dedi. "Zaten vermiyor, ben senden istiyorum." deyince "Babanı mı dolandırıyorsun ulan?" demişti.

Babam aşırı hiperaktif, hızlı bir adamdı. Çocukluğundan beri öyleymiş. İlkokulu dokuz yaşında, askerlik ve okulu 20 yaşında bitirmiş. Gece üç dört saat uyur, sabaha kadar iki romanı devirmiş olurdu. Bu sebeple onun senaryoyu, ışıkçıyı bekleyecek zamanı yoktu. Daha oyuncu etrafa bakınırken "Kamera!" derdi. Tek sayfalık projeyle yola çıkar, senaryoyu sabahtan senariste anlatıp yazdırır, aynı gün çekerdi.

Arzu Film'in çoğu filminin senaristi görünen Sadık Şendil, aslında ekibin yemek işlerinden sorumlu kişiydi. Babam onu çok sevdiği için onun adını yazmıştı.

Babamla çalışmaktan hiçbir şey anlayamadım; çünkü çok hızlı, takip edemiyorsunuz. Bir düzen yok, umrunda da değil. Bir gün filmlerinin teknik kalitesi düşük diye onu eleştirdim, çok sinirlendi: "Seni parça pinçik ederim!" dedi, "Ben o özeni göstersem çekecek kameraman, onu gösterecek salon mu var? Bu işin kitabı senaryodur, oyuncudur, samimiyettir. Gerisi lükse girer." dedi. Neyi kastettiğini o vefat edip kendim film çekince anladım.

En sevdiği filmini bilmiyorum, ama en sevmediğini biliyorum. Hiç ödülü yok diye onu eleştirdiklerinde "İstesem alırım," diyip 'Canım Kardeşim'i yaptı. Bütün ödülleri aldı, ama film battı; hiç izlenmedi. Yıllarca ödül kurbanı olduğunu söyleyip kendine kızdı: "Allah beni kahretsin; millet zaten zor durumda, para verip beni izlemeye geliyor, hayatlarını bir de ben berbat ediyorum. Ne hakkım var böyle bir şeye!"

Vefat etmeden önce beni yanına çağırdı: "Evladım Arzu Film'i kapatma, bu filmi sakın satma ve yönetmenliğe hevesliysen başkasının parasıyla film yapma; önce yapımcılığı öğren," dedi. "Başkasının parasını batırmak iyi bir şey değildir." Var olduğumuz sürece Arzu Film'i devam ettireceğiz. Bu bir bayrak teslim işi: Benim oğlum sinema üzerine okuyor, yeğenim de reklam sektöründe ve ilk uzun metraj filmini çekecek. Arzu Film onlarla devam edecek.

Babama öykündüğüm şeyler var, öykündüğümüz fark edip kurtulmaya çalıştığım şeyler var. Bu o kadar paradoks barındırıyor ki içinde, bunu anlayıp çözebilmem iki senelik psikiyatr macerama sebep oldu. Böyle bir babanın varlığı insana huzur mu veriyor, insanın huzurunu mu kaçırıyor diye soracak olursanız derin saptamaları olan bir adam olarak diyebilirim ki başlangıç itibarıyla sizi huzursuz eden bir şey; fakat yaş aldıkça baba da sizin gözünüzde daha fazla değer kazanıyor; sevginiz, anlayışınız artıyor. Saygı duymaya başladığınız anda huzur da geliyor sizinle. En azından benim maceram böyle oldu.

BİZE ULAŞIN