Sevdiğiniz bir arkadaşınız gibi Fatih Artman

Samimiyete bayılıyor, Ankara’dan ve arkadaşlarından vazgeçemiyor. Filmlerde kılıktan kılığa girerken özel hayatında kendisi gibi kalmak istiyor.

Giriş Tarihi: 28.02.2018 13:35 Güncelleme Tarihi: 28.02.2018 13:44

Röportaj: Özge DİNÇ

Fotoğraflar: Arda GÜLDOĞAN

Moda Editörü: Gökçecan YÜREKLİ

Fatih Artman. Mahalleden arkadaşım. Yani gerçekte öyle değil ama öyle hissetmemem için hiçbir neden yok. Kendinizi bir yabancının yanında gibi hissetmediğiniz adamlar vardır ya, Fatih onlardan biri.

Âdeta mahallenin komik çocuğu; anneler ona "Çocuğum elimdeki poşeti yukarı çıkarır mısın?" derken hiç tereddüt etmez, kızlar ilgi gösterir; erkek çocukları maçta onun takımına geçmek ister sanki. Stüdyoda hem o gergin hem de moda editörümüz; çünkü Fatih'in ilk solo çekimi, eli ayağı karışmış durumda; moda editörü ise 1,93cm boyunda birini giydiriyor ve pantolon kısa kalacak diye kaygı duyuyor. Neyse ki korkulan olmuyor, Fatih "Ne yapacağımı siz söyleyin." endişeli cümlelerinden sonra deri ceketi giydiğinde kendine gelip rahat poz vermeye başlıyor, bir ara beyaz tişörtle kaldığında "Merhaba Brando." diyorum, gülümsüyor.

Moda editörü ise rahatlamış, çünkü ne getirdiyse hepsi bu 126 kiloyken 88'e düşen ve obur 'Harun'dan şık 'Yüzbaşı Yakup'a dönüşen oyuncuya oldu. Fatih çekim bitiminde herkese teşekkür edip gönüllerini aldıktan sonra röportaj için onun çok sevdiği Gina'ya gidiyoruz. Şu sıralar 'Vatanım Sensin'de kılıktan kılığa giren 'Yüzbaşı Yakup'u oynayan Fatih'in boş vaktini yakalamak pek kolay olmadı. Çünkü haftada yalnız bir ya da iki gün tatili var. O günlerini de dinlenerek, hatta dinlenmekten sıkılarak geçiriyor. 'Behzat Ç.'den itibaren hep böyle olmuş: "'Behzat Ç.', yorucu bir setti; ama belki gençliğin de verdiği enerjiyle daha çok dışarı çıkıyordum.

Şimdi psikolojik olarak çok yoruluyormuşum da, evde de dinlenmem lazımmış modu oluyor." Bu evde oturma durumuyla epey alay edeceğiz sonradan. Üşendiği için spor yapmayan, işlerini erteleyen bu adamın ilişkilerinde de duyduğu en büyük şikâyet bu çünkü: Hep evde oturması! Ankaralı Fatih'in ilginç bir başlangıç öyküsü var. Hep yaver giden şansı o gün de devredeydi ve dişçiye giderken keşfedildi. Konservatuarın üçüncü sınıfındaydı; okulu bitirince aklına tiyatroyu, ABD'ye gidip dil öğrenmeyi koymuştu. Ama hayatın kendi planları vardır: O gün arkadaşı Engin Öztürk, Serdar Akar'ı görmeye gidiyordu, o da dolgu yaptıracaktı, bir süre arkadaşına eşlik edip sonra dişçiye gitti. O günü şöyle anlatıyor: "Yönetmen Serdar Akar bana baktı, ben de ona baktım. Sonra gittim. Dişçide ağzım açık, baktım Engin arıyor. 'Serdar Hoca seni çağırıyor,' dedi. Gittim konuştuk. Sonra ben İzmir'e, ablamın yanına gittim. Çok mutlu bir anımda beni arayıp 'Ankara'da seçmelere gelebilir misiniz?' dediler, 'Gelemem, tatildeyim,' dedim; düşünsene." Engin Öztürk'ün ısrarıyla o gece yola çıkmış ve ezberi de otobüste yapmış. Sabah 2.000 kişinin girdiği 'Harun' seçmelerine katılmış ve daha ilk oynayışında herkes donakalmış. "Niye öyle kaldılar anlamadım önce. Seçmede adamın yüzüne kâğıt fırlattım falan; izlediğiniz Harun neyse onu oynadım orada." Böylece okul devam ederken set macerası da başlamış.

Telsize ağlayarak "Seviyorum merkez!" diye anons yapan, patavatsız, obur, samimi ve çok âşık Harun, dizi tarihinin en açık yürekli dizisinin de parlayan yıldızıydı. Yıllarca pek çok kişi 'Behzat Ç'yi "Bakalım Harun bu kez ne yapacak?" diye izledi. Bu rolü daha önce hiç görmediğimiz birinin (Onun Fatih diye biri olduğuna kim inanırdı, o gayet de Harun'du.) oynaması, bizi role ısındırdı ve Fatih Artman'a sempati duymaya başladık. Fatih de 'Harun' karakterini çok özlüyor: "Aslına bakarsanız dingonun biri, ama gerçekten özlediğim bir karakter." Neden diyorum, size her şeyi yapma özgürlüğü mü veriyordu?: "Çok organik biri çünkü. Dizilerin en büyük artısı, karakterin bir serüveni olması. Ben de Harun'un değişimine şahit oldum. Bakalım Harun bu bölümde ne yapacak diyordum." Fatih, diziyi izlediğinde çok gülüyormuş: "Bazen sosyal medyada kısa videolarını görüyorum; bazı şeyleri hiç hatırlamıyorum. İzlemek, başka bir adam başka bir şey yapıyormuş gibi kendime hediye oluyor bazen." O zamanki röportajlarında ona en çok Harun'a benzeyip benzemediği soruluyordu, o da patavatsız olmalarının benzediğini söylüyordu; o da bazen patavatsız olabiliyormuş, ama elbette Harun kadar değil. 22 yaşında, hele ki ilk işinde bu kadar ünlü olmak çok güzel, ama aynı zamanda da bir yük. Fatih de bir süre 'Behzat Ç.'den sonra ne yapacağını düşünmüş.

Ama 20'li yaşların başlarında olmanın verdiği rahatlık da varmış üzerinde: "Çok küçükmüşüm ve sırtıma yüklenen bir yük varmış. O zaman ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, ama nasıl olmam gerektiğini içimde hissediyordum. Sonunda iş dünyasındaki Fatih'le özel hayattaki Fatih'i ayırarak rahat ettim, izlediğim adam ben değilmişim gibi geliyor bu sebeple. İş dünyasındaki Fatih'in ilerleyişini değerlendirirken kendimi o Fatih gibi hissedip ona göre kararlar alabiliyorum. İki Fatih benim için çok ayrı iki insan, o kısmı bıraktığın anda diğer kısımda çok rahat edebiliyorsun. Arkadaş çevren de o rahatlığı sana sağlıyor.." Hakkında yazılanları bazen okuyor, ama övgüyü de, yergiyi de çok büyütmemeye çalışıyor. "Sağ olsunlar insanlar övdükleri zaman da, eleştirdikleri zaman da çok hoşuma gidiyor. Ama ikisini de dert edinip kendimi eleştirecek bir noktaya gelmiyorum." 'Behzat Ç.'deki Harun karakterinden sonra arka arkaya birçok yapımda yer aldı.

Hatta öyle ki bazılarını arada kaçırmışım; röportaj vesilesiyle bulup izleyebildim. Önce Burak Aksak'ın 'Bana Masal Anlatma' filmi geldi, sonra 'Beş Kardeş' dizisi, 'Kırık Kalpler Bankası', 'Ekşi Elmalar', 'Haybeden Gerçeküstü Aşk' oyununun uyarlaması 'Tatlım Tatlım', 'Cingöz Recai', 'Aile Arasında', 'Mezarsız Ölüler' oyunu, Adana Film Festivali'nde 'En İyi Erkek Oyuncu' ödülü kazandığı Onur Ünlü filmi 'Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok' ve Durul-Taylan Biraderler'in yönettiği 'Vatanım Sensin'. Arka arkaya hem Burak Aksak hem Onur Ünlü hem Yılmaz Erdoğan hem Gülse Birsel hem de Taylan Biraderler'in yapımında oynadı. Burak Aksak'ın ve Gülse Birsel'in ilk filmi olduğu, Yılmaz Erdoğan'ın uzun yıllar sonra film çektiği düşünülecek olursa epeyce bahtlı bir ilerleyiş oldu onunki. Üstelik daha 30 yaşında. Bir EkşiSözlük yazarının "BKM filmlerinde kadrolu." eleştirisini hatırlattığımda beklenen bir yanıt veriyor: "Eleştiren arkadaşa soruyorum, hangisinde oynamasaydım?"

Öyle dese de kendisi de bir süredir çok fazla etrafta olmaktan rahatsız. Bunun inandırıcılığını kaybettiren bir şey olduğunu söylüyor. Aslında bunun müsebbibi, filmlerin vizyona giriş tarihleri olmuş. O her yıl iki filmde oynamış ama gösterimler arka arkaya gelmiş. Projeleri kabul etmesinin nedeni ise karakterlerin işlevsel olması. Bir projeyi, rolü neden oynadığı sorusuna cevap verebildiğinde kabul ediyor. Hangi rolü neden kabul ettiğini tek tek soruyorum, yanıtlıyor: "'Ekşi Elmalar'daki Hatip, dünyanın en iyi insanıydı; oynarken hissettiğim şey oydu. Hatip kadar saf olabilmek bence çok şanslı bir duygu. Onu yaşamak şizofrenik ama bir yandan da keyifliydi. Unutamadığım, sevdiğim, özlediğim bir karakter; yemin ederim iki üç gün önce düşündüm." Bazen çekim esnasında, kendini o karakter gibi hissettiği bir an oluyor, bu onu mutlu ediyor. Bu 'Ekşi Elmalar'da da, 'Vatanım Sensin'de de başına gelmiş.

'Vatanım Sensin'in Yüzbaşı Yakup'u, vatan sevdasını anlatan bir karakter olduğu için gurur duyuyor, dizinin ona hissettirdiği şey gurur. 'Tatlım Tatlım'ı bir erkek karakteri değil, genel olarak erkeği anlatan bir film olduğu için cazip bulmuş. Filme sıra gelince "Bir sahne vardı, kadın kendisine zorla evlenme teklif ettiriyordu, siz de kavga sırasında kendinizi teklif ederken buluyordunuz. Gerçek hayatta böyle bir durum yaşansa ne yapardınız?" diye soruyorum, "Bilmiyorum, kadınlar söz konusu olduğunda ne yapacağımı tahmin edemiyorum." diyor. 'Bana Masal Anlatma'nın minibüs şoförü Rıza'sını Harun'dan farklı ama onun tatlılığını yakalayan bir karakter olduğu için bir ara rol olarak çok severek oynamış. 'Beş Kardeş'in yalancı ama iyi niyetli Aziz'i ise sette gerçekten beş kardeş gibi oldukları için en sevdiği projelerinden biri.

Önce 'Leyla ile Mecnun'unda bir bölüm, sonra 'Beş Kardeş', 'Kırık Kalpler Bankası', 'Cingöz Recai' ve 'Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok' derken öyle görünüyor ki Fatih Artman, Onur Ünlü'nün vazgeçemediği oyunculardan biri. O da Onur Ünlü'yü çok seviyor: "Ben çocukluğumda bile uçan bir çizgi karakteri izlemedim. Fantastik olan hiçbir şey, beni cezbetmedi. Ama Onur abinin fantastik dünyası hoşuma gidiyor. Ne olursa olsun belli bir gerçekliktesindir ya, Onur abinin bunu kırdığı bir nokta oluyor. Çünkü gerçekten olmayan bir karakter, olmayan bir hayat, tavır ve dünya yaratıyor.

Dünyanın en iyi insanı dersen aklında bir şey canlanır ama onun Salim karakterini konumlandıramıyorsun mesela."

Onur Ünlü yıllar önce pr için gittiği bir şov programında ezberleri bozup "Bu filmi çektim ama daha iyisini yapabilirdim," deyince dikkatini çekmiş: "Bu adam kim ya?" dedim, "çok ilgimi çekti. Sonra hayat bizi birleştirdi. Birleştirdiği noktada da düşündüğüm kadar sevdim." 'Cingöz Recai'de dâhi bir yazılımcıyı oynarken 'Aile Arasında'da kebapçı bir ailenin zengin ve uçarı oğlunu canlandırıyordu. 'Mezarsız Ölüler'de morgdaydı, 'Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok'ta ise kör olmak üzere olan bir polisi oynuyor.

Vizyona 11 Mayıs'ta gireceği için izleyemediğim tek filmi bu; o da en derinlikli, film noir ürünü olan karakterinin bu olduğunu anlatıyor. "Hayata eksik başlamış, eksiklerini kapatmak isterken daha da eksilen bir adam. Zorluydu, çok katmanlıydı." Bir gün bütün karakterlerini bir masanın etrafında oturtup konuşturabilmeyi, bu yolda giderken gerçek karakterler yaratmayı amaçlıyor. Yönetmenlik, senaristlik yapmayı hiç istemiyor; bazı oyuncuların "Yaptım oldu." tavrını eleştiriyor. Çünkü ona göre yönetmenlik tavır isteyen bir iş. Hayatında gülmeyi, güldürmeyi çok seven biri, işinde fazlasıyla takıntılı. İki Fatih'in diğer yüzü. Her proje öncesinde geriliyor.

Ezberlerini yapıyor, ama duyguyu öldürmemek için hazırlığı abartmak istemiyor; beklenmedik tılsımlı anlara çok inanıyor. "İstediğin gibi olmayan rollerini rahatça söyleyebilir misin?" diyorum, beklenmedik tılsımlı bir yanıt veriyor: "Hiçbiri istediğim gibi olmadı ki. Yemin ederim. Bana göre hiçbir sahne olmuyor, bunu en iyi birlikte oynadığım arkadaşlarım bilir. Yönetmene saygısızlık noktasına gitmesinden çok korkuyorum, bazen kendi kendimi yiyorum. Yönetmene o kadar çok tekrar ettiriyorum ki." 'Bana Masal Anlatma'nın ilk set gününde, 'Bu sahneyi Burak'a tekrar ettiririm, aklımda tutayım,' demiş, bu sahne de, bu sahne de derken üç hafta sonunda aklında 40 sahne varmış artık. Sıkı bir Tarantino hayranı. 'Rezervuar Köpekleri'nin yeri onda çok ayrı.

Bir Tarantino filminde oynamayı çok istiyor, ama galiba şansı bu kez yaver gitmeyecek: "Şiddeti, kanı o kadar izletebilir kılması çok hoşuma gidiyor. Ama son iki filmini yapıp sinemayı bırakacağını okudum. O kadar üzüldüm ki. En büyük hayallerimden biriydi. Bir gün, belki." Oyuncu olarak da, çekimde de adı geçen Marlon Brando'yu beğeniyor: "Onda açıklayamayacağım bir aura ve enerji var, inanılmaz baktırıyor, izlemek hoşa gidiyor. 'Arzu Tramvayı'ndaki Stanley'yi o oynamasaydı belki öyle bir karakter olmayacaktı. Tutkulu bir biçimde söyleyebileceğim tek oyuncu o." Oyunculuğun da, yönetmenliğin de metot ve yetenek kadar enerji ve aura işi olduğuna inanıyor. Tarantino'ya karşılık tuttuğu Türk yönetmen ise Nuri Bilge Ceylan. 'Bir Zamanlar Anadolu'da' onu çok etkilemiş. Nedenini sorduğumda "Biraz özel," diyor. "Acılarla alakalı şeyler. Kendi hayatımdan bir şeyler bulmuştum. Çalışmayı en çok istediğim yönetmenlerden biri." Ankara'da, Gazi Mahallesi'nde doğup büyümüş. Tam da 'Behzat Ç.'nin çekildiği yerlerde. Annesi ev hanımı, babası emekli, iki ablası var. "Her çocuk gibi bir çocuktum," diyor. O az önce bahsettiği enerjisi, çocukluk yıllarında fazlaymış. Yıllar geçtikçe durağanlaştığı için üzülüyor: "Hareketliydim, yavaşlıyorum. Bu enerjinin çocuklukla ilgili olduğunu sanıyordum, öyle değilmiş. Gün geçtikçe daha ağır bir adam oluyorum ve bu duruma çok üzülüyorum. O enerjim hiç bitmese, hep kalsa keşke içimde." Bu enerjinin insanı ayakta tutan, hayata bağlayan bir şey olduğunu düşünüyor: "Çocukken oyun gibi şeylerle hayata bağlanıyorsun; o enerji bende komediye dönüştü. Gülen güldüren, hayatta yalnız gülelim'i baz alan bir adam haline geldim. Ama işte son zamanlara doğru o gülmeler de azalıyor. Yaşadıklarımla ilgili değil bu, vücut kimyasıyla ilgili." Hata yapmak istemiyorsundur, diyorum, onaylıyor. "Ama hakikaten babamın vefatına kadar harika bir çocukluk yaşadım, hatta babamın ölümüne kadar çocukluk yaşadım diyebilirim. Sonra çocuk değildim artık." 14 yaşında babasını kaybetmiş. Sonra evdeki erkek figürü o olmuş, hâlâ bazı kararları almadan önce ona sorduklarını, yeğeninin velisi olduğunu anlatıyor. "14'ten sonra dünya benim için başka bir dünyaydı. Babamdan önce, babamdan sonra diye ayırabilirim. Bir de kritik bir yaşmış: Ailemin hakkını ödeyemem.

14 yaşındaki bir çocuğu çok güzel yönlendirmişler." Babasıyla ilişkisini soruyorum. Kısık sesle "Çok güzeldi, çok güzel," diyor. "Bana babamdan Fenerbahçe miras kaldı. Babamla anılarımın yüzde ellisinde Fenerbahçe var." Totemleri de babasından öğrenmiş. Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı 7-6 (penaltılarla) yendiği Türkiye Kupası maçında durum 1-0 mağlupken çok sıkışmış. Fenerbahçe birden gol atmış ve durum 1-1 olmuş. Babası ona yalvarmış, "Sakın kalkma oğlum, Allah aşkına dayan!" diye. Tuvalete giderse gol yiyeceklerine inanıyormuş. O da sabretmiş. Durum ilk yarı sonunda 3-3'ken tuvalete gitmiş; Fenerbahçe gol yiyince babası ona epey sinirlenmiş. "Orada başlayan Fenerbahçe sevgisi, Fenerbahçe'yi Ankara'da karşılamalarla devam etti. Eski ateşim kalmadı, ama hâlâ maç varsa mutlu oluyorum. Eskiden her maçta fotoğraf çektireceğimi söyleseler inanamazdım. Fenerbahçe rutin hayatımda ufak, ama güzel bir renk. Biteceğini sanmıyorum," diye anlatıyor.

Kendisinin totemlerini anlatmıyor, yalnızca birini söylüyor: "Fener maçlarında Fenerbahçe üstü giymemeye dikkat ederim. Giyince kazanamıyoruz, vallahi bak." Annesi ve ablalarından hiç kopmamış. "'Godfather'daki şu söz aklımdan çıkmaz: 'Ailesine vakit ayırmayan bir erkek, gerçek bir erkek değildir." Ailedeki erkek olma durumu onu gerektiriyormuş. Ankara'dayken her gün annemle çay içer, sonra dışarı çıkardım." Annesi, 'Behzat Ç.' çekilirken eve geç gelmelerini önce kabul edememiş: "Annem erken yatar, ama o zamanlar setten gelmemi bekliyordu. Gece gidiyordum ki çay var. Hâlâ konservatuardan eve gelip onunla takılıp yatan çocuk olmamı istiyordu, ama hayat başka yerlere gitti." Üç kadın arasında büyümek onu kadınlara karşı daha donanımlı hale getirdi mi diye merak ediyorum, "Getirmiş," diyor. "Bazen etraftan böyle şeyler duyuyorum. Hayatı gördükçe empati duygumun geliştiğini, bunun oyunculuğa tartışmasız bir katkısı olduğunu anlıyorum. Annemin ve ablalarımın hassaslığını, bir kadının ne olduğunu ya da durman gereken yerleri çocukluğundan beri bilince o, normal hayattaki ilişkine de yansıyor. Haddini bilmeyen ya da karşındakini kolay kıran biri değilim." Telefonu çalıyor, arayan anneannesi. Anneannesiyle arasında bitmeyen bir aşk olduğunu anlatıyor. Sonra da annesiyle konuşuyor, röportajda olduğunu söylüyor.

Ailesine ve Ankara'ya öyle düşkün ki İstanbul'a ilk geldiği yıl, alışamayıp 42 defa yanlarına gitmiş. Babasını kaybetmesi hayatını baştan aşağı değiştirmiş. Dişçide keşfedilmesi de öyle. Bir diğer dönüm noktası ise Ankara'dan İstanbul'a taşınmak olmuş. İlk anda ve şimdi İstanbul hakkında ne düşündüğünü soruyorum, şöyle yanıtlıyor: "İstanbul'a konservatuarda okurken geldiğimde keşmekeşin, insanların hayat mücadelesinin olduğu, korkutucu bir yer olarak görünüyordu bana. Ankara'daki hayatım sakindi. Ben de bu yüzden Ankara'daki huzurlu ortamımı İstanbul'a taşımaya çalıştım. Ankara'da dışarıda vakit geçirirken İstanbul'da arkadaşlarımla evde vakit geçirir oldum, İstanbul benim için biraz ev oldu." İstanbul'a taşınmak istememiş önce. Ailesi de 'Behzat Ç.' Ankara'da çekildiğinden orada kalır diye düşünüyormuş. 'Beş Kardeş' dizisi başlayınca artık mecbur kalmış.

Önce uzun süre evi olmamış; bir dönem 'Behzat Ç.'de Hayalet'i oynayan arkadaşı dahil birkaç arkadaşının evinde kalmış. Sonunda ağırkanlılıktan sıyrılıp şu anda yaşadığı evi bulmuş. Etiler'de yaşıyor ve orayı Ankara'ya benzetiyor: "Sokaklar geniş, evler üç dört katlı, insanlar nezih. Çankaya gibi." İstanbul onu eskisi kadar ürkütmüyor, hatta onun gizli bir tılsımı olduğunu düşünüyor: "Aktif olmasam da şehrin canlı oluşu beni bir yerden hayatta tutuyor, hoşuma gidiyor." Yine de işlerin merkezi olmasa burada yaşamayacağını ekliyor. Diş dolgusu yaptırmaya giderken keşfedilmesi gibi, oyunculuğa başlaması da bir tercih değil, hayatın beklenmedik akışıyla olmuş. Oyunculuk aklında yokmuş, belki ablası gibi profesyonel voleybolcu olabilir diye düşünüyormuş.

Ama, diyormuş, başka bir şey var, onu bulmam lazım.

"Sadece şunu biliyordum," diyor. "Monoton bir iş yapamazdım. Bankacı, öğretmen olmak istemiyordum. Her gün aynı saatte kalkıp tıraşını olup işe gitmek bana göre değildi. Daha 10 yaşındayken bunu istemediğimi biliyordum." Ablası çok taklit yaptığı için lisedeyken onu konservatuara yönlendirmiş. Annesi de Hacettepe'nin bir kursunu bulup onu yazdırmış ve kursun üçüncü haftasına yetişebilmiş. Sonunda da konservatuara girmiş. Hocalarının en çok şaşırdığı şey, ailesinin onu oyunculuk konusunda desteklemesi olmuş. Ailesi üstüne düşmeseydi belki kendisinin başvurmayacağını söylüyor.

Oyunculuk yapmak istediğini ilk anladığı an ise Oidipus'un haberci tiradını oynadığı anmış: "İlk defa tiradı sahnede okuduğumda dedim ki, ben bu işi yaparım. Çabuk bütünlük sağladım. Dizi teklifi geldikten sonra da aynısı oldu, 'Behzat Ç.'de sanki kamerayla doğmuşum gibiydi." Evde vakit geçirdiğini söylediği arkadaşlarının en yenisiyle 2006'da tanışmış; çocukluk arkadaşlarından hiç kopmamış. Şimdi de vaktini onlarla geçiriyor. "Yaşadıklarımızı beraber değerlendiriyoruz, İstanbul'a gelen bir tayfa olduğumuz için İstanbul maceralarımıza dönüştü iş. Samimiyeti bulduğum noktayı terk etmek istemiyorum açıkçası.

Kendimi güvenli hissettiğim yerde olmak huzur veriyor." Arkadaşlıklarını sürdürebilmesinde hataları görmezden gelmesi etkili oluyor mu? "Galiba erkeklerin ilişkileri daha toleranslı oluyor, çünkü herkes birbirini olduğu gibi kabul edebiliyor. Ortak bir paydayı yakalıyoruz ve o hiç dağılmıyor. Erkeklerin düz oluşu en büyük rahatlıklarından biri." Arkadaşlarının farklı mesleklerle uğraşması onu mutlu ediyor; hepsi oyuncu olsa sıkılacağını anlatıyor. "Güzel olan kısmı şu," diyor, "mesleklerimiz değişse de karakterimiz değişmiyor. Emin olun çocukluğumuzda yaptığımız ne varsa hâlâ onlarla mutlu oluyoruz. Kimsenin hayatındaki değişimi bizi rahatsız etmiyor, çünkü herkes birbiriyle rahat. Bu manevi duyguyu yaşadığım küçük tatlı ekibimi kaybetmek istemiyorum." Tatlıya epey düşkün. Onu çok iyi anlıyorum, ben de öyleydim.

Diyet yaptığımı öğrenince tatlı yemekten vazgeçiyor. Çünkü o da beni anlıyor, 'Behzat Ç.'de oynarken tam 40 kilo vermişti. Hatta editör arkadaşım "Kiloyu aşk acısından mı vermiş, bir sor." demişti. Aslında ablasının ısrarıyla diyetisyene gitmiş ve 40 kiloyu iki senede vermiş: "Kilolu olmaktan rahatsız değildim," diyor. "126 kiloydum, buzdolabı gibiydim. Konservatuardan 40 kiloyla mezun oldum. Ekrana da kilolu çıktığım için insanlar öyle kabul etti. Diyetisyenle 88 kiloya düştüm. O gittiğim diyetisyen sonradan epey meşhur oldu."Diyeti yalnız bir kere biri zorla baklava ikram edince bozacak kadar iradeliymiş. Ama artık yediklerine dikkat etmiyor, gerçi yemek yemek onun için çok mühim bir konu da değil. Oynadığı kişiler içinde Halit Ergenç'i insan ve karakter olarak ayrı bir yere koyuyor. Okan Yalabık'ı da öyle.

Engin Günaydın'la oynarken gülmemek için kendini çok zor tutuyormuş. Ama çalıştığı isimler arasında biri var ki yapmaması gereken ne varsa ondan öğrenmiş. İsim söylemiyor, ben de zorlamıyorum. Yılmaz Erdoğan'ın disiplini yanında hayatı oyun gibi gördüğü anların çok kıymetli olduğunu anlatıyor. Eskiden yalnızca oyunculuğu düşünürken artık bütünün bir parçası olduğunun farkında olarak oynuyor, yönetmenin bakışına yüzde yüz uymak istiyor. Engin Günaydın'ın 'bütün sorunların ilişkilerde toplandığı' yorumunu hatırlattığımda kahkaha atıyor. O da aynısını düşünüyor, kendisiyle ilgili en kötü sözleri ilişkilerinden duymuş. Nasıl bir âşıktır, diye merak ediyorum. Kendine güvenen kadınları seviyor, uzun ilişki yaşamayı tercih ediyor, "Çok uzun ilişki insanı hem de," diye ekliyor.

Biraz kıskanç bir sevgili; ilişkilerde en çok duyduğu şikâyet ise başta da söylediğim gibi, evde oturmayı çok sevmesi! Artık tiyatro yapmak istiyor. Hatta klasik İtalyan sahnede komedi oynamak istiyor. Henüz istediği oyunu bulamamış. En büyük heyecanı bu; ama endişesiz hallerini çok özlüyor. Şu an geçmişe baktığında 'Nasıl cesaret etmişim?' diyor mu ya giderek bu iş daha zor geliyor mu diye sorduğumda, "Evet, geliyor," diyor. "10 yıl önceye göre daha kalabalık bir sektör, büyük bir hengâme var. Bir daha konservatuara girip aynı yolları izler misin desen, bilmiyorum. Bir de konservatuarda şunu keşfediyorsun: Oyunculuk bir yaşam tarzı; ilginç bir farkındalığı var.

Oyuncu olmasam bu kadar algısı açık biri olmayabilirdim. Refleksif olarak bir şeyler getiriyor sana hayat. Onların içinde olmak çok mutluluk verici, ama bazen de yoruyor. Belki üst üste bir şeyler yaptığım için öyle geliyordur; biraz durup oyunculuğu özlemek istiyorum."

Bazen 22 yaşında daha iyi oynadığını hissettiğini söylüyor. "Çünkü çocukların filtreleri yoktur. O filtreyi kaldırmak da o duruma inanmayı kolaylaştırıyor. Ama bir yandan tecrübe de gerekiyor. Karmaşık bir iş." Kendisinde en sevmediği huyu soruyorum: Erteleme huyundan nefret ediyor. "O kadar çok şeyi erteliyorum ki, bu bir zaman sonra düzensiz bir hayat yaratıyor.

Dil öğrenmem lazım, spora gitmem lazım… Bunları yapmadıkça yapmadıkça birikiyor ve orada da kalıyor. Nefret ettiğim; konuşan ve eylemde olmayan insanlar gibi oluyorum." Kendinden bahseden insanlardan hoşlanmıyor, onlarla ilgili kafasında soru işaretleri oluyor. (Bana kendisini anlattığı için çok rahatsız.) En sevdiği insanlar, empati yapabilenler, gerçekten dinleyenler ve samimi olanlar: "Samimi insanları çok seviyorum. Maalesef şu an röportajda olduğumuz için bir yere kadar samimi olabiliyorum.

Samimi olmaya takık haldeyim kendi adıma, çünkü samimiyet iki taraf da gerçekse çok başka çözümler getirebiliyor. Büyük ayrılıklar da getirebilir, büyük birliktelikler de. Ama samimiyet filtresi olan ilişki, gerçek olmayan ilişkidir." "Annem için ya da senin için başka biriyim, ama insanın optimum bir doğrusu olması gerekiyor. Bazen o kadar samimiyetsizlik oluyor ki, keşke daha saf biri olsa diyorsun, ciddiye alamıyorsun. Bir arkadaşım var mesela, yalancıdır ama yalan söylediğini belli eder; ona bayılıyorum. Yalan söylesin ve belli etsin; ama samimi olsun."

Sabah 11.00'de başlayan çekimden bu yana beraberiz. Saat neredeyse 19.00. Şimdi daha kendisi gibi. Ses kayıt cihazını kapattıktan sonra sinema hakkında konuşmaya devam edeceğiz.

Hep gülmek ve güldürmek istediğinden bahsetti, bahsediyor; ona göre hayat, ciddiye almaya değmeyen bir şey mi diye soruyorum: "Genelleme yapamam," diyor. "Galiba hayat belli bir oranda ciddiye alınması gereken bir şey. Ama bazen çalışırken falan espriyi kaçırıyoruz, bir şey paylaşamıyoruz ya ona üzülüyorum. İlişkilerde filtre koymama isteğim, paylaşımı önemsememden kaynaklanıyor. Neyi paylaştığımızın bir önemi yok. O, ben diyetteyken bana tatlı getiren adamla konuşmak da hoşuma gidiyor, biriyle kavga etmek de. Amaç gerçekten paylaşmaksa eğer." Ben senin karşındayım diyorum, söylediklerini yazıya dökeceğim. İnsanlar hangi yönünü bilsin isterdin; ben böyle bir Fatih'im, beni böyle bilseniz mutlu olurdum diyebileceğin bir yönün var mı? "Ben büyük şeyler söylemeyi sevmeyen bir Fatih'im esasında," diyor.

"Popüler olmanın değil, iyi olmanın peşindeyim. Instagram'da aktif olmak, Twitter'da dur şu düşüncemi yazayım, dur şuraya katılıp boy göstereyim, benim görüşümü de önemseyin falan, bunlarda değilim. İnsanlar beni oynadığım için sevdi, oradan da devam etsin. Evde arkadaşlarımla geyik yapıp başka başka şeyler oynamaya devam edebileyim; bu benim için en mutlusu olur."

Televizyonda pek konuşmuyor, çok konuştuğu zaman birinin hakkını yiyormuş gibi geliyor. Genelleme yaptığında da doğru söylememe ihtimali onu temkinli birine dönüştürüyor. Karşımda 30 yaşında; derinlerde uçarı bir yanı olan, ama genellikle çok olgun biri var. Ankara'nın İstanbul'a gidip başarılı olmuş çocuğu, annesinin gururu, babasının mirasçısı. Benim mahalle arkadaşım.

"Eskiden daha uçarı, istediğini söyleyen biriydim. Şimdi empati yaptıkça, toplumun biraz daha farkına vardıkça, insanların ne dertleri olduğunu gördükçe o kadar büyük ve bir şeyleri biliyormuş gibi konuşmayı kendime yakıştıramıyorum. Hiçbir şey bilmediğimi düşünüyorum, söylediğim şeylere güvenemiyorum. O yüzden de daha garantici, daha sessiz bir adam haline gelmeye başladım, ama varsın öyle olsun: Çok ve boş konuşan bir adam olmak istemiyorum."

BİZE ULAŞIN